Tan Vakti Eşya’yı Tanımak

Suskunluğa adanmış bir kitabın, avuçlarımıza bırakacağı, seslerden ve kelimelerden damıtılmış bir içkinin, menzile düşerken damağa ikramı ‘acı kök’ tadıdır. Acı bir kökü ısıran ve ısırığın uyandırdığı şuurun farkındalığıyla baktığımız dünyâ ile evvelki dünyâ arasında bir sükût boyu yol vardır. Bu izâfi kelimelerin gâye edindiği tasvir; Mehmet Sabri Genç’in Şûle Yayınları Merdiven Sanat Kitapları dizisinden çıkan ‘Şey ve Tan’ isimli deneme kitabına mâtuftur.

Deneme tarzının, genelde sanat, özelde de edebiyat’ın da içinde bulunduğu modern zaman bunalımının bir götürüsü olarak, sınırları belirlenemeyen bir yazı tarzı hâline geldiği bir çağ içre; bu tarzın ellerinden tutup, ona hak ettiği pâyeyi veren bir kitap ‘Şey ve Tan’. Salzburg’da Felsefe tâlim etmiş bir zat’ın, hâdisata çok geniş bir nazar ile temas etmesi; modern zamanların insanı ‘tek-tipleştirme’ fiili içerisinde, insan olmanın erdemli yanına temas ederek, bir ‘ses’ yükseltmesi ve bu sesin, içerisinde mündemiç olan düşüncenin endişe kesbeden tarzını haiz olması, alnını dik tutuyor kitabın.

‘Gülüşleri küresel, tavırlarıysa kapital’ olan bir toplumda, her an aladatılan insan, ihanete uğrayan insan, eninde sonunda şeytanın telkini ile, kendi kendini mat edecektir. Bunun vukû bulmaması için, insanın kendisine sığınmasının gerektiğini ifâde eden yazar; bütün bu hâdisat içerisinde, aldanmadan ayakta kalabilecek kişinin ‘şâir’ olduğunu söylemektedir. Şâirlerin ve dehâların, ilhamlarını aptallardan, daha doğrusu kimliğini ve bengisuyunu yitirmiş yığınlardan aldıklarını düşünen yazar; bunun menfi bir tesiri olarak, şâirlerin ve dâhilerin suskunluğunun, dünyanın kanına girmiş zehri, daha kuvvetli bir zehir hâline getirmekten geri durmayacağını düşünmektedir.

Şey ve Tan kitabını bir insana benzetmeyi düşündüğümde, kitabın gözlerinin hangi deneme olacağını sordum kendime. Cevap gecikmeden ‘Nev’i Şekline Münhasır Tören’ olarak yankı buldu. Müziğin velilerinden bilge sanatkâr Ali Farka Tourè’nin aziz ruhuna ithâf olunmuş bu deneme’de; Kierkegaard, Nietzsche, Fikret Muallâ, Samuell Beckett, Henry Miller, Arthur Schopenhauer, E.M. Cioran ve Isidore Ducasse, Paris’te Greve Meydanı’nda buluşur. Buluşma sebepleri, Kral olan babasının katili Prens Robert François Damians’ın, bu meydanda, suçunu itiraf edip, çeşitli işkencelere mâruz bırakıldıktan sonra, bedeninin altı ata çektirilerek parçalanmasının ve sonra da vücûdunun ateşte yakılıp, küllerinin de rüzgâra savrulmasının 249. yıldönümü olmasıdır. Yazar, bu denemede âdeta bu merhûm zevâtın rûhuna dil olur ve onları konuşturur. Sanatın, Felsefe’nin ve Edebiyat’ın bu önemli zevâtının dilinden bir ‘doğuş-ölüş-ve kıyamet’ doğrusu çizer. İnsanoğlunun, o saf ve temiz olduğu çocukluk dönemlerindeki hâlini terennüm eden Kierkegaard’ın yanında; Henry Miller, çocukluğunu kaybetmiş bir insanın, hayat nehrinin o coşkun akıntısında, sadece ayakları üzerinde durmaya çalışır hâle gelmesinin acı veren yanına değinir. Fikret Muallâ’nın gözyaşlarından demlediği tablo’nun yanında Samuell Beckett sigarasını yakar, yakalarını kaldırır ve arkasını dönerek çekip gider. Ve son, ‘Serseri Yahudi’yi sevindirecek İsrafil’in üflediği sûr’un sesiyledir. Yazar bize E.M. Cioran’ın ruh hâlini tercüme ederek, kendinden devşirdiği şu dil ile seslenir: “Can sıkıntısının sırrı, mücerret bir yüreğin alyuvarlarında gizlidir. Bunu kimse çözemez. Zamana akan böyle bir yürek, küflenmiş mekânı elinin tersiyle iter. Çünkü kabrin karanlığını ve yalnızlığını paylaşmak, bu mekânın hafifliğinde sefâ sürmekten yeğdir.”

“Dünyâda kan piyasası oluştuğundan bu yana dilden bahsetmek komik olur sanırım. Asıl üzerinde durmamız gereken, imgelerdir. Ama medet umduğumuz bu imgelere de artık güvenmiyorum. Bazen diyorum ki kendime; öğrenmem gereken bir tek şey var, bir ve gerçek. Bunu öğrenirsem bir gün, sanki hayat benim için bitecek. Bazen bu ânın parça parça gelmesi beni ürkütüyor.” Yazarın derûnunda bir yerlere böyle bir his meskûn. İlk okuyuşta bir tenâkuz hâlinin eseri olabilecek şekilde görünen bu his, asliyetinde kitabın genel ‘telakkisi’ ile ziyâdesiyle örtüşüyor. Zirâ; bunu şerh edebilecek bir his de şu: “Hep ekmekle parayı bütünleştiren, alın teriyle parayı kesiştiren ve bozuk olan parayı alın teriyle kazandığını söyleyen insanlar tarafından kuşatıldım.” Bu kuşatmanın nasıl kalkacağı ne büyük bir soru’ndur! İşte, bu kuşatmadan kurtulup, bu hayatı bitiren, ‘dördüncü tekil şahıs’tır, yazara göre. Dördüncü tekil şahıs, Hayy-laz’dır. Kimsenin, onun bulunduğu adacıkta yapayalnız olduğunu bildiği yoktur. Her davranışı, güzel adacığını çevreleyen yaratıklar için bir ‘Hayy’ aksidir. Ve bu dördüncü şahıslar, aldıkları bu akisle ‘Hayy’a dönüşerek ‘rütbeli bir ruh’a yükselirler. Bu idrâke varamayanlar ise, ‘dördüncü çoğul şahıs’lardır ve bunlar için bu dünya bir firdevs cennetidir ve onlar ‘acemi birer ruh’turlar. Bu yüzden onlar bu hayatı bitiremez ve o ‘tek olan gerçeğe’ asla varamazlar.

İnsanın saydamlığını yitirdiğinden dem vuruyor yazar. Dünyâ ekonomisi altına endeksliyse; bu ekonominin harcıâleminin eleştirisinin şâirin sükûtuna endeksli olduğunu ve şâir sustukça şiirinin; şiiri susarsa da bedeninin konuşacağını söylüyor. Şöyle devam ediyor: “Ateş, şeytanın sükûtudur. Kıskançlığı ve kibri ise sağırlığıdır. Duymayan, sâdece uyduran ve hissetmeyen sâdece isyan edendir. Resim ressamın, müzik müzisyenin, İsa Meryem’in ve şiir şâirin sükûtudur. Şiirinden çok bedenini konuşturan bir şâir varsa eğer, bu; sükûta sarılmanın câzibesinden öte sağırlığın camları titreten bir çığlığıdır. Kızılderililer ellerindeki altını camlarla değiştirmişler. Beyazlar altınları alıp şeffaflıklarını yitirmişler. Bedenini konuşturan bir şâir, ruhunun şeffaflığından bîhaber nefsinin câzibesine kapılan birini temsil eder. Sükût camdır, altın değil. Söz ise sükûtun arkasına yapışan siyah bir bandajdır, gümüş değil. Söz sükûtun arkasına yapışarak onu aynalaştırır. Aynadan ahaliye güzel şiirler yansır, şiire her bakan kendini görür. Şiiri gören kendini bulur.”

Ortega y Gasset şöyle der: “Hiçbir çığlık, sahici bir ulumayı bastıramaz.” Şiirinden çok bedenini konuşturan bir şâirin, mezkur çığlığa muhatap olduğunu düşündürüyor kitap. Modern şiiri defnetmeye gelmeyen şâir zevâtın ve okurun alnına şu ifadeyi mıh’lıyor: “Şâir, sükûtuna kalbinden zincirli olan ve al kanını gömdüğü türbesini yâni dalağını sessizce parçalayıp ondan damlayan acılarla şiirler yazandır. Kızının çeyizine kefen koyan anne ve çeyizin ölümüne sahip kızı, birbirlerine camla bağlı bilge şâirlerdir. Diğer taraftan kızına yaş gününde silikon hediye edip onu güya güzelleştiren anne ile silikonla göğsünü kabartan zavallı kızı birbirlerine, akşam ülkesinde batan güneşin yüryüzünü boyadığı renkle bağlıdırlar. Güneş batar, renk birazdan yiter gider. Güneş her gün doğu ülkesinde yâni sabah ülkesinde doğar ve cam bakî kalır, ışıldar. Sûr üflendiğinde cam ayna olur, altın parçalanır ve esas şiir o zaman yazılır.”

‘Hayatın karekökü ölümdür.’ Yalnızlık, modern çağın bunalımı, insanın girdabında boğulduğu erdem ve onur yoksunu hâl’in çizildiği bir tablo… Bir tablo ki ayan kılıyor nedir modernizm içerisinde; kafatası bir köpek tarafından parçalanmış bir insanın trajik ahvâli… Bu denemeyi ilk defa MerdivenŞiir’de okurken, hikâyedeki ‘köpek’ imgesinin(!) ‘nefis’i temsil ettiği gelmişti aklıma. O nefis ki, bir köpek gibi taşırız hayat boyu da; bir vakit gelir ‘saldırır’ bize. Fakat metnin devamında, Mehmet Sabri Genç’in burada köpeğe verdiği anlamın ‘modernite’ olduğunu anladım. Evet, ona göre modernite, insanın güvenerek, severek, yalnızlığına bir itminan değeri olarak gördüğü bir köpek gibi… Ve bir vakit gelecek ki, ona karşı savunmasız kaldığımız demde, ne sevgimize, ne sadakatimize ne de verdiğimiz değere bakmaksızın zihnimizdeki bütün ‘veri’leri, bir köpek, kafatasını parçalar gibi söküp atacak. Ve o dem tekrar düşünmek için vakit ‘yok’ olacak; hayatın kare’si ölüm müdür, diye dönüp sormaya. Şöyle yazıyor: “İnsana dost görünen, açlıktan beşerleri kokan modern dünyâ, ölüm kere ölüm olan bu hayatta, bu açıkhava mezarlığında insanı yemeye çehresinden başlıyor. Onun simâsını paramparça edip daha sonra onu rahatlıkla tüketiyor, çiğniyor, sindiriyor.”

Eşya’nın hakikâtine varmak, insan için büyük erdemler, büyük kavî duruşlar, büyük onurlar isteyen bir yol’dur. Hikmet denen ve şâir’lerin hakikatinde sahip olmaları gereken o kutsi ses… Hz. Âdem’den bugüne, bütün bir insanoğluna kalan mirâs… Ve bu mirâs etrafında, payına razı olmayan; yâhut payını mirâsın kazanıldığı yoldan gayrısına meşrûiyet dışı israf edenler. Şey ve Tan, ‘eşyâ’daki bu hikmeti, belki de bir ‘tan’ vakti, yeryüzünün de bir ‘ses’ olduğunu kendisine bildiren zevât ile aramaya çıkmış bu kitapta. Mirâsın hakiki âşıklarından topladığı seslere, kendi sesini ekleyerek, bu sesi çoğaltarak ve daha kavî kılarak; şâir’lerin ellerindeki ‘ayna’yı da kullanarak yansıtıyor yeryüzüne. ‘Derisikızıl’ olamayıp da ‘algısıkızıl’ olabilen okur bilecektir ki; ‘Ayna, yarı karanlıkta ay ışığına benzer.’[Enrique Banchs]Kitap nerden geliyor nereye gidiyor? Ya da yazar? Son olarak bu iki soruya, yazarın kendi lisânı ile cevap verip; ‘kafa’ diye gövdemiz üzre emanet edilen ‘şey’i anlamak için ‘virgül’ koyacağız; zira virgül, Wittgenstein’ın, çok kullandığı için kendine sual edenlere ‘insanların metni yavaş yavaş okuyup, daha iyi anlamaları için özellikle böyle yaptığını’ ifade ettiği nesne…

Soru bir: Ben kimim?

Cevap bir: “Ben, yalnız ölenlerin, sesliharf olan yerkürenin diplerinde sesi soluğu çıkmayan insanların parçalanmış kafataslarından sızan bahtsız zemzemle yıkanan bir serzenişim!”

Soru iki: Gâyem nedir?

Cevap iki: “Benim köyümün ismi, ‘Tüm’ diye anılır. Ben, ‘Tüm’den geldim ve bütün çabam tekrar ‘Tüm’e varmaya yöneliktir. Köyümdeki insanları anlayabilirsem, cennetin üçüncü katında kök salmış muazzam ağaçların dallarında gülümseyen portakalları süsleyen hûri’leri de anlayabileceğim. Anlayamazsam, bu dünyânın en alt katından cehennemin yedinci katına tepeüstü düşeceğim.”

Yahya Kurtkaya

Mor Taka Şiir ve Kent Kültürü Dergisi Sayı 11, S. 119–122.