İnsan yaratılmışların en şereflisidir. Bunu duydukça ve düşündükçe çevresine bakıp bunlar mı eşreften diye sorguladığı olmuştur her insanın. Sorgula ve eşrefse yanaş; sorgula ve değilse uzaklaş. Kârın insanları sardığı bir dünyada yaklaşımı sahih düşünürlere ihtiyaç vardır. Çünkü onların gördüğünü kavradıkça bizde göremediklerimizi görme yolunda aşama kat edeceğiz. Tipik varoluşsal kaygılar ve kıvranmalardan sıyrılmak ve dünyaya hatalara rağmen saflaştırdığımız bakışımızla yönelmemiz gerektiğini bize hatırlatacak düşünürlere ihtiyacımız var. Cemil Meriç, Nurettin Topçu, Nuri Pakdil bunlardan üçü. Genç nesilden takip etmeye başlanacak isimler var mı, peki? Asıl önem arz eden devamlılığı olan bir düşünce.
İlk kitabı Şey ve Tan ile bir kıvılcım bırakıp kabuğuna mı çekildi dediğimiz sırada Karabatak’taki yazıları ile kendini gösteren Mehmet Sabri Genç adını şimdiden oraya yazdırdı. Kendine has üslubu ile hem bir düşünür hem de insan hayatlarından örnekler yoluyla açılımlar getiren bir anlatıcı. Anlattıkları insan dünyasının doğasını o kadar açık ediyor ki, “Ben de içindeyim bunların,” demeden edemiyor insan. Saf bir bakışla kavrayıp kapsayıcı bir nüfuzu aktarıyor bize.
Dil. Bir kitabın canlı kanlı, bizimle gezen, bizimle düşünen bir yapıda mı yoksa soğuk bir tuğla gibi kenara konulacak yapıda mı olduğunun göstergelerinden biridir. Eğer dil okuduğumuz kitabı bizde canlandıramayacak, ondaki ruhu bize aktaramayacaksa içinde simyanın ya da tanrılığın sırları olsa yine kâr etmez. Daha raftan çekildiği gibi geri bırakılmaya mahkûmdur o kitap.
“Ölümün karesi hayat ise hayatın karekökü ölümdür,” diye başlayıp, “…tüm bunlar birer kuruntu olmalı! Ben, vahada ölüm suyunu araya bir ateşböceğinden öte, kendi cehennemimde böceğini arayan bir ateşim,” diye sonlanan arka kapak yazısını okurken düşünüyordum: Bu kadarlık bir alana hep en güzel alıntı konur, bir de içine bakmalı kitabın. Daha içindekilere ulaşamadan beni karşılayan Nahl,16/68-69… Henüz erkendi, çabuk tav olmamalı bir okur, ilgi çekici başlıklar ve işte “Karekök Hayat”:
“Gündüzleri hayalinde böcek kusan, geceleri kustuğu böceklere karanlığı aydınlatsınlar diye köpek renginden gelinlikler diken, isyanla bezenmiş bir közüm. Yalnızlığın boynuna taktığı urganları, yakmak için boyuna çırpınan bir alevim. Hafif rüzgarda soğumaya bırakılmış bir sahan Çingeneyim…” Düşünenlere ders var, düşünenlere akledenlere… “Ben ölümün kökünde bulunan, karelerde ateşini arayan bir böceğim…” Mayer! Kitap raftan çıkıp çoktan arkadaşım oldu.
İnsan kendini sürekli denetleyip sorgulamalı, bir anlık boşluk dediğimizde unuturuz, boşluğu kabul etmeyen bir yaratılıştadır kâinat ve bizim boşluk dediğimiz uzayın karanlığı bile doludur, unuturuz. Sorunumuz bu. (Bu arada dil demiştim uzunca bir zamandır bahsetmediğime göre dili sorunsuz ve akıcı bir kitabın içindeyim. Hayatlara Genç’in nüfuz etmesi ve bana da düşünme fırsatları vermesiyle eleştirilecek yan bırakmadı kitap, aksine özgünlüğünü sundu.) Bu sorunu gözlemlediği hayatlar üzerinden bize düşündüren Mehmet Sabri Genç bize girip içinde kendimizi saflaştıracağımız öyle güzel yerler bırakıyor ki başlıkların cazibesiyle koşup içeriğin doluluğu ve canlılığıyla orada barınıyoruz:
Eva-Sigmund, Max-Angela ve Vera; bir aile içinden dünyanın döngüselliğine dokunuyor ve Müslümanlıktan korkup kaçan bir annenin Müslüman olan ve korkulacak hiçbir şey olmadığını, zorluğun olmadığını söyleyen kızını düşünürken ben, şöyle diyor Genç:
“Bu aşk, bu dünya, bu hayat, bu çetrefilli çile, şeytanın at koşturduğu bu kader neydi, meleklerin secde ettiği bu insan kimdi?”(41.)
“Şeytan serhoş olduğunda, ateşten bir top hep taca çıkar. Alevlerin elleri bu dünyanın yalancı krallarının tacını, titreterek oyar. Şeytan serhoş yani başı hoş olduğunda insanların sağını, solunu, önünü, arkasını birbirine karıştırır. İnsan hikâyeleri, şeytanın başını insana secde için döndürür. Eva, Vera’ya dönüşür. Max, Sigmund’a. Angela yitik babasına… İnsanlar tanışırlar fakat birbirlerini tanımaları, birbirlerine dönüştüklerinde mümkün olur…”(42.)
Bireysellik dediğimiz o, kişiyi kendi dışındakilere yabancı kılan yavan kavramı titretiyor. İnsanın insanda bulacakları ve insanın insandan alıp vereceklerine götürüyor ve daha kim bilir aklın gideceği nereye. Bakmaya, görmeye, duymaya, işitmeye, …düşünmeye, akletmeye…
Ve Antakyalı Seli, hayalleri olan, onları hiç bırakmazken bile unutulmaması gerekenlerin farkında, bize ders veren… “‘Bu ibretlik dünyada herkesin bir rolü var. Benim rolüm yolda kalmış, düşmüş, yalnız kadınlara yardım etmek. Hatta kötü yola düşenlere bile bazen yardım ederim.’”(52.) Gülsüm, Silvia Anne, ikisinin birbirine geçen hayatları, Seli’nin hayalleri…
Okudukça okunan ve düşündükçe, akledilen bir kitapta görünenden görünmeyeni doğurmayı gösteren Mehmet Sabri Genç, kabullenip yüzeyine baktığımız hayati olguların kabuğunu kazıdıkça kazıyor ve içine çekiyor bizi. Çünkü acı diye fırlatılan bir meyve kabuğundaki koruyucu acı dokudan sıyrıldığında lezzetiyle mest edecektir sabredeni. Tıpkı yeşil cevizi ısırmak gibi; burulunca ağzın atarsın ama beklediğinde cevizin ne lezzette olduğunu hepimiz biliriz. İşte Genç o kabukları soyuyor ve bize soyulma aşamalarını da gösteriyor. Öyle ki oradan nice soyulmamış meyveler çekip alacak ve kendi hayatımızda soymaya cesaret edemediğimiz benzerlerine uzanacak elimiz.
Yazının başında saf düşünceden bahsetmiştim. Bakın Mehmet Sabri Genç ne diyor:
“Postmodern dünyada roller altüst. Erkekler kadını, kadın erkeği, şeytan yasak meyveyi, yasak meyve hepsini oynuyor. Tüm roller ayrıntıdaki şeytanın çıplaklığını yaprakla örtmeye çalışıyor. Ayrıntıya gizlenmiş şeytanı, saklandığı ininden bir çocuğun hayal dünyası çıkarıp yok ediyor. Uçurumlar diyarında var olan tüm çocuklar ve tüm çocuk ruhlular, bir kelebeği sonsuza kadar kovalayabilirler. Sonra tüm çocuklar ve çocuk ruhlular, ayrıntıdaki keskin kaya diplerindeki şeytanı kovup yerini tüylü tırtıl olarak doldururlar. Buz gibi soğumuş dünyanın görünmez diplerinde baharı bekleyen çocuklar kanatlanıp uçtuklarında, bize kuyruğu koparılmış kertenkelelerden, mağaramızı bekleyen ve ağındaki cebine anahtarımızı astığımız gardiyan örümceklerin halinden haberler verirler. Hürlere ağlar örerler ve serbestlere ağlar dururlar.”(118.)
Salzburg’dan örneklerle anlatıyor olmasına gelecek olursak o kadar güzel bir yol izlemiş ki “Orası Avrupa, bizim ülke başka,” bahanesini cebinizden çıkarabilirsiniz. Bunda özgürsünüz de. Fakat dikkat! O şehrin örtüsünün altında yalnız bu yazıyı okuyanların ülkesi değil Hz. Âdem’den günümüze ve hatta surun üflendiği güne kadar yaşayacakların ülkesi de yer alıyor. İnsanın yaşam standartlarında değişim olabilir fakat insan hep aynı insandır çünkü tek gaye için gelmiştir:
“Ne mutlu öğrenebilenlere! Ne mutlu nerede doğduğunu bilenlere! Ne mutlu ölmeden ölebilenlere! Ne mutlu sırtını sağlam yerlere yaslayarak uykuda olduklarını fark edenlere! Ne mutlu akledenlere! Ne mutlu hür doğurabilenlere ve hür doğanlara! Ne mutlu hürlüğünün farkında olanlara! Ne mutlu kârdan olmayan ve erimeyen adamlara! Ne mutlu meleklerin secde ettiği insanlara!”(138.)
Hâsılı, Karekök Hayat’ı elime aldım, ön ve arka kapağı ve iç yüzlerindeki çizimi de severek içine daldım ve derinleştikçe algıyı ve kavramayı açan bu dili okuyucuyu yormayan felsefi denemeleri okudum. Bütününde gezinen ruhu gördüm; Mehmet Sabri Genç’in de dediği gibi: “Ben bu hikâyeyi Mayer’den işitmiştim. İşitmiş ve itaat etmiştim. Ben hayatın karekökünde anlatılan tüm hikâyelerin yalancısıyım. Bunu ölüm, benden işitmişti. Ölüm bana itaat etmişti.”(167.) Çünkü “[b]ütün mesele olmak ya da olmamak değildi.”(53.)
Mehmet Sabri Genç’e kulak verin; Karekök Hayat, insandan beşere sesleniyor, hayatın yaşamda gizli yanını açıyor.
*Fatih Taşcı tarafından kaleme alınan bu yazı Karabatak Dergisi’nin Temmuz-Ağustos 2014, 15. Sayısında yayınlanmıştır…