SORUN ÇAĞI ve ANATOMİSİ

ADLI KİTABIN ÖNSÖZÜ

sorun çağı_yeni kapak

             Hayvanların geçmişlerini yorumlama yetenekleri olsaydı, arka bacaklarındaki diz kapaklarının ardında birer gözleri olurdu. İnsanların geleceklerini bilebilme yetenekleri olsaydı, korkularının göz bebekleri ölü doğardı. Toplumsal bir varlık olarak (bir animal sociale, bir zoon politikon olarak) insan, bir cemiyet varlığından öte keyfiyet kölelerinin geleceklerinin, şimdilerinin farkında körlüklerini, gözlerin tâ ötesine seriyor.
Felsefî gelenek daha doğrusu Aristotelesçi gelenek, insanı bir animal sociale olarak tanımlar. Bu tarif, sürü hayvanları ile insan toplulukları arasındaki farkı da ortaya koyar. Aristoteles’in sosyal bir varlık olan insanın sâdece siyasî teşekkülden ibaret bir cemiyette [koinonia politikä]kendini tamamladığını düşündüğünü söyleyecek olursak, buradaki koinonia kavramından sâdece insanî bildirişmelerin ve davranışların mümkün kılındığı bir yaşam biçimini kastettiğini ifâde edebiliriz. Aristoteles’in insanı zoon politikon olarak belirlemesi bir başka mühim bir tanımla buluşturuyor bizleri: İnsan bir ‘zoon logon echon’dur; yâni dil ve konuşma yeteneği olan, sembolik bilgileri kullanabilen ve bunları anlayabilme yetisi olan bir varlıktır. Bu tanımların ve ifâdelerin hepsi insanî cemiyetlerin teşekkülünün sâdece insanların dil ve bildirişme yetenekleri vasıtasıyla mümkün kılındığını ortaya koyar. Buradaki ‘dil’ [logos]kavramından anladığımız, hayvanlarda da mevcut olan anlama yeteneğinden öte; ses çıkarma işlevi ve çabaları, mimik ve el hareketleriyle bir anlam ya da ifâde ortaya çıkarma yetileridir. Logos, daha çok cümle kurarak bağlantı kurma, bildirişme yeteneği anlamındadır. ‘Dil’; geçmiş, şimdi ve gelecek hakkında yorum yapabilmeyi, olasılıklar üzerine konuşmayı, yargılamayı, genellemeyi ve soyutlamayı, farklı seçenekler üzerinde düşünmeyi, hayatın kurallarını ve beraber yaşamanın gerekliliklerini ortaya koymayı, ahlak kaidelerini oluşturmayı, hak ve hukuk kurallarını gün ışığına çıkarmayı mümkün kılar. Bu yeteneklerin hiçbirine hayvanlarda rastlayamayız. İşte Georg Wilhelm Friedrich Hegel’in (1770–1831) ünlü çağın ruhu [Geist der Zeit]deyimini değiştirip, onu çağın bedeni[Körper der Zeit]hâline sokan ve bu bedende tepinen beşerler; hergün heryerde sergilenen varlıklar gibidirler. Çağın; bildirişmeden yoksun, köleleşmiş, uyuşturulmuş, birbirleriyle konuşmayan; buhranın ve bunalımın diplerinde geçmişleri, şimdileri ve gelecekleri olmayan, dolayısıyla hatırlayamayan, algılayamayan ve bekleyemeyen, mümtaz köleleridirler [Sklaven der Zeit]. Bizler zamanın kervansaraylarında konaklayan, kıyametin zihnine doğru yolculuk eden devrin insanlarıyız. Varlığımızın bilincinden uzak, zamanın hanlarında yitiğiz.

Ünlü Avusturyalı-Çek operacı, bestekâr Viktor Ulmann’ın (1898–1944) ‘Der Kaiser von Atlantis oder die Tod-Verweigerung’ [Atlantis Kralı ya da Ölümün Reddi]isimli operasında, oldukça yaşlanan ve yorulan ‘Ölüm’ ün, artık insanları hayattan çekip almadığı düşüncesinden yola çıkarak kurgulanmış bir hikâyeye tanıklık edersiniz. ‘Ölüm’ kavramı artık özgürlük ister ve operadaki karakterlerden Harlekin’e, ‘beni artık özgür bırak!’ diye haykırır. ‘Ben insanlığın geleceğini uzatıp onu uğurluyorum’ diye de ekler. ‘Ölüm’ alır başını gider. Viktor Ulmann bu operayıAuschwitz toplama kampında öldürülmezden evvel, yâni 18 Ekim 1944 tarihinden kısa süre evvel yazmıştır. İnsanlığın geleceğini uzatıp, uğurladığını söyleyerek alıp başını giden ‘ölüm’ aslında bizlerle gönül eğlendirir. Ölüm, bu çağın bedeninde daha fazla tutunamayacağımızı, ölmemenin işkencemizi artıracağını bildiğinden oldukça bencil davranarak bizleri terk eder. Savaşta yaralanarak can çekişen askerler isteseler bile ölemezler bu operada.

Ben, kıyametin kopacağına, dünyanın bir şekilde sonunun yakın olduğuna inananlardanım. Eğer bu dünya için bir ömür biçilmişse, herkesin bir rolü olduğuna da inananlardanım. Baca temizleyicilerinin bu dünyanın akışına etkileri olduğu gibi, muharebe sevdalılarının da etkileri olduğunu düşünüyorum. Kıyamet kopacaksa eğer, savaş çığırtkanları kadar, sevişme çığırtkanları da bu dünyadaki rollerini bilip ona göre yaşarlar. Bizleri kıyamete yaklaştıran en büyük sorunlardan olan ‘İrade Hürlüğü’ [libertas voluntatis], kendi kültürünü aşamayan insanların zihinlerini belli hedeflere odaklar.  İnsanları savaştırmak için tüm bahaneleri hazırlar. Savaşın karşısında durabilecek tek olgu olan sanatın modern hâlinin abartılacak derecede cinselliğe indirgenmesi de bu yüzdendir belki. Sevişmeden öte koklaşmayı, ahlak sınırları dışında bir hürlüğü önceleyen anlayış hâkimdir bu sanatta. İçinde cinselliğin daha doğrusu sapıklığın olmadığı, insanı hayvan derekesine düşürmeyen çok az modern sanat performansına rastladım. Geriye kalan, konusu cinsellik olmayan performanslarsa parçalanmış maneviyatın kenar dikişleri gibiydiler.

Daha evvel Avrupa’da bir üniversitede felsefe talebeleri ve hocaları karşısında yapmış olduğum sunumla paylaştığım bir sosyal psikoloji teorim vardı. Bu teorinin sosyal felsefede göz ardı edilemez bir sorun hâline dönüşen ‘İrade Hürlüğü’ ile ilgili olduğunu söylemeliyim. Teorime, başrol oyuncusu olarak; Kuzey ve Güney Amerika’nın kedi türü olan, Amerika’da panter, Almanya’da gümüş aslan ya da dağ aslanı diye de anılan Puma’yı [Puma concolor]seçtim. ‘Puma’ kelimesi İnka toplumunda bile konuşulmuş olan ve günümüzde de Güney Amerika’da yaklaşık on milyon insan tarafından konuşulan Quechua Dili’nden bir alıntı. Puma, Kuzey Amerikalı bilim adamıTruman Everts’e göre insanların çığlığına benzer bir çığlıkla dövüşür. Ben ‘Puma’ların başka bir özelliğinden bahsetmek istiyorum. Eli silahlı insandan başka hiçbir canlıdan korkuları olmayan pumalar, avlayacakları canlıdan elde edecekleri enerjiyi hesap ederek avlanırlar. Mesela puma, 500 metre ileride keyfini süren bir dağ tavşanını gördüğünde hiçbir tepkide bulunmaz. Çünkü puma bilir ki; o dağ tavşanı en az bir 500 metre daha koşacak ve toplamda belki de 1 km koştuktan sonra yakalayabileceği dağ tavşanından elde edeceği enerji yaklaşık 1000Kcal olacak. Ancak buna karşılık kaybedeceği enerji 2000Kcal’i bulacak. Hiçbir puma 1000Kcal zarar edecek kadar aptal ve hür değildir. Normal bir puma dağ tavşanı yerine bir ayıyı parçalayıp yemeyi tercih edecek kadar cesurdur. Şimdi gelelim bu olayın ‘İrade Hürlüğü’ [libertas voluntatis]ile bağlantısına. Sosyal psikolojiye taşımak ve bu alanda tartışmak istediğim tanım şu: Aptal Puma Sendromu Vak’ası. İçgüdüsü ve zekâsı ile hareket eden puma hiçbir zaman bir ceylan dururken dağ tavşanını avlamaya yeltenmez. Yâni Aptal Puma aslında yoktur. Aptal Puma Sendromu’na yakalanmış insanlar ve dolayısıyla toplumlar vardır. Konuyu daha da açacak olursak; bir insan karar verirken karşısında duran dağ tavşanını ya da ceylanı seçme hürriyetine sahiptir. Yâni kimse bir insana, ‘sen dağ tavşanı yerine ceylanı seç!’ deme hakkına sahip değildir. Çünkü bu noktada, insanı bir şeyler istemeye, arzulamaya iten şey tindir. Tinin, zihnin yetileridir [voluntas facultas animi]. İşte bu şekilde başroldeki varlık; tin, zihin sahibi bilinçli olarak isteyen, sosyal bir varlık olan insan [anima sociale]olduğundan işin içine zevk ve arzular girer. İnsanların kimileri dağ tavşanı etinden kimileri de ceylan etinden hoşlanabilir. İşte ‘İrade Hürlüğü’nün getirdiği sorunlardan biri de bu. Bu hürlüğün sınırları dâhilinde ben hiç kimseyi kararından vazgeçiremem. Yâni ben hiç kimseyi, şunları yaparsan bu topluma daha faydalı olmuş olursun; bu sayede toplumla beraber sen de daha az enerji kaybetmiş ve daha kazançlı çıkmış olursun diyerek etkileyemem. Bunu yapmaya muktedir tek şey vardır o da dindir. Sâdece bir din, emirleri gereği uzun süre kalıcı ve yapıcı sorumluluklar yükleyebilir topluma. Şu hâlde, dindışı sâliselerin volta attığı meydanlarda aptal puma sendromuna yakalanmış insanlar, atılan voltaları sayarak sınır tanımayan hürlüğünün, bencilliğinin tadını çıkarmaya yönlendirilirler. Bu sâliseler içre dünyaya gelen her insan evladı, bu hastalığa kapılarak başlar hayata. Değerli olan dururken, hürlüğü gereği değersizi de seçebilir. Aslında irade hürlüğü diye bir şey yoktur. Belirli hürlüklere mahkûm olarak doğma ve bu mahkûmiyetin farkında olmadan yaşama durumu vardır. Bu anlamda ruhu yok edilmiş bu çağın bedenine, içi boşaltılmış hürriyet kavramı kadar zebûn başka yalan bir elbise yakıştırılamaz. İçgüdüsüyle hareket eden bir pumanın bile zarar edecek kadar hür ve aptal olmamasına rağmen, güya aklı olan ancak mekanik bir düzenek gibi yaşayan insanların bu hürlüklerini sınır tanımayan ahlaksızlıklarıyla süslemesi şaşırtıcı olsa gerek.

Alman Dili’nde ‘das Schreiben’  yâni yazı ismini ya da ‘zu schreiben’ yâni yazmak fiilini çözümleyecek olursak, son üç harfi yâni –ben– hecesini kaldırdığımızda geriye kalan şey; bağırma, feryat, haykırış, çığlık gibi anlamlara tekabül eden ‘der Schrei’ kelimesidir. Yazmak ve nihayetinde yazı; feryâdın, çığlığın ruhta yarattığı zilzâl yoluyla kendini gösterir. Çığlığa ‘ben’i yâni kendimi eklediğimde yazı ortaya çıkar. Bu dünyanın alın yazısını açığa çıkaracak feryâdzen ses, İsrâfîl’in borusundan çıkacak olan âsmanû zemîni inletecek olan sestir. İşte bu şekilde kıyametin kopacağını yavaş yavaş bildiren, gösteren ne varsa hepsi bu boruya üflenecek nefesin parçalarıdır. Modern sanatın yârânları, Sûrzen İsrâfîl’in dünyanın alnındaki ketûm satırlarda gezdirdiği sâzına, Tanrı’nın kendileri için üflemiş oldukları nefesleri bırakırlar. Onlar çığlık attıkça, oyun ve eğlence yeri olan dünyanın alnındaki yazılar belirmeye, kıyamet bizlere gülümsemeye başlar.
Küçükken babamın beni göndermiş olduğu dinî kurslarda, İsrâfîl’in sûra bir Cuma günü akşam ezanından sonra üfleyeceği öğretilmişti bana. Kıyametin bir Cuma günü akşam ezanı sonrası kopacağı anlatılırdı. Ben, bir Cuma günü akşam ezanı sonrası dünyaya geldim. Yeryüzünde Tanrı’nın bana üflemiş olduğu nefesi solumaya başladığımda neden kıyamet kopmadı bilemiyorum. Hiç değilse bu kadar günaha girmeden hikâyem sonlanmış olur, günahsız olarak cennete adım atardım. Belki de tüm yaşadıklarım ve yaşayacaklarım birer rüyadan, sonu iyi bitecek bir şey için söylenen birer yalandan ibaret. Dünyaya geldiğimden beri her Cuma akşamını iple çekerim. Yazmanın başka türlüsü de muhakkak vardır ama Franz Kafka ile beraber tanıdığımız bir yazma türü var o da şu: Geceleyin bizleri uyutmayıp yazmaya teşvik eden korku. Cuma akşamını çeken ipin pamuklarını işte bu korkuyla örerim. Cumaertesi sabahlarını aydınlatan güneşin nûrunu ümidime katık eder, çıkacak affı beklerim. Gardiyan Melek İsrâfîl’in borusunda korkularımı biriktiririm. Melekler birer memûr olduklarından, onların Viktor Ulmann’ın operasındaki ‘ölüm’ gibi bencil ve zâlim olabileceklerini düşünmüyorum. Vakti geldiğinde zaman koordinatlarında yankılanacak mûsikî için, İsrâfîl’in kendi konservatuarında hazırlandığını ve ara ara günümüz sanatkârlarına boynuz borudan nefesler üfleyip imgeler hediye ettiğini düşünüyorum. Miladî 632 yılından bu yana emekliye ayrılan Melek Cebrâîl o gün bugün sessizliğini koruyor. Bu cebrî noksan ödevini yüklenen bir varlıksa henüz görünmüyor.
Asrî sâliseler insanların diz kapaklarının arkasına birer göz yerleştirmeye hazır görünüyor. Bu sâliseler; geçmişini, şimdisini, geleceğini yitiren âdemoğluna geçmişini bu şekilde görebilmesi, yorumlayabilmesi için İsrâfîl makamında sûr üfleyip, hiccetülvidâ’ asrında kalan Cebrâîl’i bu sesle susturmaya devam ediyor. Bu sâliseler sâniyeye, sâniyeler dakikaya, dakikalar saate, saatler vakte, vakitler güne, günler yıla, yıllar ise asırlara dönüşüp; beşerlerin boynuzladığı tarihi, bir boruya dönüştürecekler. İşte bu boru, evren çizgilerinde bizleri seyre dalmış, zamandan muaf olan mütemadiyen nağmesâz Sûrzen İsrâfîl’in nefesinde kıyamet makamını seslendirecek bir sâz hâlini alacak. Hersekli Ârif Hikmet’in dediği gibi Sûr-ı mahşer vaslının bir va’de-i ferdâsı olan Sûr-ı İsrâfîl ile ‘irade-i cüz’iyye’nin, ‘irade-i külliyye’ye başkaldırdığı bu kahpe cihânın mâtemi şenlenecek.

Yaşadığı toplumun başına gelen tufan ile tüm dünya yok olurken, Nuh Peygamber kurtulmanın acısını yaşıyordu. Aslında biz de her gün dünya çevremizde yok olurken, bir gün daha fazla yaşamanın acısını çekiyoruz. Sorun çağının anatomisi belki de en kanlı anatomi. Çağın hangi organına elimizi atsak kanlar, feryatlar, sorunlar, sorular fışkırıyor. Çünkü artık çağın ruhu [Geist der Zeit]yok, sadece çağın bedeni [Körper der Zeit]var. Amansız virüs bulaşmış bu bedenin, antikor ve alyuvarlarına ulaşmak istediğinizde karşınıza çıkan şeyler çelimsiz, güçsüz, dermansız misallerle dolu.
İşte bu noktada, çağın anatomisi ve felsefece teşrihi ile ilgili muhterem Hocam, büyük Türk Mütefekkiri Sayın Teoman Duralı’nın çığır açacak düşüncelerini sizlerle buluşturmanın tarifi imkânsız kıvancını yaşıyorum. Kendilerine her daim minnettarım.

Mehmet Sabri GENÇ

Salzburg, Mayıs 2009