HAMAL BEKİR

„All the world’s a stage,
And all the men and women merely players;
They have their exits and their entrances,
And one man in his time plays many parts,
His acts being seven ages.“ (As You Like It, 2. 7. 139-167) William Shakespeare

Bekir’in çıplak ayaklarının asil duruşunu beynime kazıdığım ân, onun hastahânenin acil servis kapısından sedyeyle ambulansa getirildiği ân olmuştur. Eski Kelleci Pazarı’nın o meşhûr hamalının nasırlaşmış geniş kara ayakları onu mezarlığa götüremeyecek kadar cansız duruyordu. Cankurtaran aracı onun artık cânını teslim ettiğine inanmaksızın onu bağrına basıyordu. Antep onu bağrına basıyordu. Evet bir çift ayakkabısı olmayan, belki bir plastik bir de bayramlık ayakkabısı olan Bekir’in cânını, alnından yıllarca terini akıtan yaradanına teslim ettiğini duyan ahali devlet hastahânesine akın etmişti.

Bekir İlhami idi adı. Yıllarca Eski Kelleci Pazarı’nın en renkli simâsı ve en kara benizli hamalıydı. Ağustos sıcağında; sırtındaki arpa, buğday çuvallarını, traktöre ya da kamyona yaslandırılmış paletin üzerinden yürüyerek traktör ya da kamyon teknesinin tam ortasına yükünü boşaltırdı. Bu iş belki bir saat belki üç saat belki de beş saat sürerdi. Alnından akan terlere bizzat şâhid olduğum için alın teriyle ekmeğini kazanmak deyiminin sâdece Bekir için söylendiğini düşünürdüm. O, çıplak ayaklarıyla, ağustos sıcağında alnından durmaksızın boşalan terleriyle, pazar esnafının bitmek tükenmek bilmeyen huylandırmalarına karşı durmaksızın savaşan bir kahramandı. Tam traktörün tepesine yükünü boşaltacakken yaz sıcağında canı sıkılan bir esnaf, Bekir’e sataşmadan edemezdi. Ona, esnaftan biri; “Bekir duyduk ki sen sünnet edilirken kirven Genco Halef imiş. Seninkini görmüş, çok küçükmüş öyle diyor kendisi” der demez Bekir sırtındaki çuvalı atar bedduaya başlar, sanki düşman saflarında yer alan gavur askerlerine küfreden bir şeyh gibi ağzını açar ve akabinde sırtından gün boyu indirmediği ceketini parçalamaya başlardı. Herkes kahkahayla bu ağustos ayı açık hava tiyatrosunun sahnesinde gelişen olayları izleyerek gününün tadını çıkarırdı. Bekir bağırır bağırır bağırır ve sonra ağlamaya başlardı. Ceketi parçalanmış, alnından tomar tomar ter boşalmış Bekir’i kimse sakinleştiremezdi. Bu işten en kârlı çıkan her zamanki gibi koluna serdiği ceketleri satan seyyar bir ceketciydi. Bir yere tüner ve hâdisenin sona ermesini beklerdi. Sonra birinin çıkıp onu çağıracağından ve Bekir için bir ceket alacağından emindi. Bu piyes hemen hergün tekrarlanırdı. Sahneye Bekir çıkar, oyunu esnaflar yazardı. Bekir’in kostümü hergün seyyar ceketci tarafından değiştirilirdi. Benim çocukluğum işte bu tiyatroda geçti.

Bekir’in her kesimden seveni vardı. Pazardan geçen bir memur da Bekir’in yanına uğrardı, köyden gelen bir ağa da ve hatta motorsikletli bir trafik polisi de. Bu trafik polisi hergün Pazar’a gelir, o heybetli, haşmetli motorunu bir kenara bırakır ve Bekir’i çay ocağının önüne konulmuş iskemlelerde oturup çay içmeğe ve hasbihal etmeğe davet ederdi. Bu Bekir’in çok hoşuna giderdi. Ne de olsa onu davet eden üniformalı bir devlet adamıydı. Ceketini düzeltir, sağa sola havalı bakışlar altında karşıdaki çay ocağının önünde duran iskemlelere doğru ağır adımlarla yürürdü. Bu elbetteki Bekir’in pazardaki itibarını yükseltmeye yeterdi. Bu orta yaşlı polis memuru, Bekir ile belki yarım saat belki bir saat muhabbet ederek yorgunluğunu atardı. Ancak esnaflar gene rahat durmaz, bir hinlikle bu muhabbeti bölmeğe ve kendilerini eğlendirmeğe bakarlardı.

Pazarın tam ortasındaki elektrik direğinin üzerindeki hoparlörden belediye duyuruları yankılanırdı. Bazen belediye vergileri hatırlatılır, bazen bayram kutlamaları haber verilir, bazende şehir halkından biri bu diyardan göç etmiş ise onun duyurusu yapılır ve ne zaman nasıl defnedileceği tüm pazarda yankılandığında esnaf pür dikkat söylenenleri dinlerdi. Bir gün bu trafik polisi motorsikletiyle yine pazara gelmiş Bekir’le bir dükkanın iç tarafında gölge kısımda muhabbet ediyordu. Esnaftan biri motorsiklete yaklaşıp, motorsikletin mikrofonunu açtı ve duyuruyu okumağa başladı. Polis ile anlaşan esnaf ve pazarda bulunanlar bu oyunu izlemeğe ve aynı ânda Bekir’in tepkisine odaklanmıştı. Muzip bir esnaf mikrofona şunları söylüyordu:

Eski Kelleci Pazarı’nın meşhur hamalı
Herkesin gözbebeği
Çıplak ayaklı, kara benizli, alnı terli
Hamdi Ağa’nın oğlu ve Genco Halef’in kaynı
Gazi Beğ’in sevgili dayıları,
Memik ve Ömer’in dedeleri,
Yusuf, Hayce, Gülsüm ve Fatma’nın değerli babaları
ve Aliye Hanım’ın değerli hayat arkadaşı Bekir İlhami
Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur.
Cenazesi yarın öğle namazına müteakip
Eski Kelleci Pazarı Camîisi’nden kaldırılacaktır.
Tüm dost ve akrabalarına duyurulur.

Ölen bir patron değil, bir hamaldı. Mikrofondan bu ilân yankılanır yankılanmaz Bekir olduğu yerden öyle bir heyecanla Pazar’ın ortasına fırlayıp Ben ölmedim! Ben ölmedim! diye bağırdı ki esnafların hemen hepsi bu benzersiz oyunu kahkahalarla alkışlamaktan geri durmadı. Bekir kendinden geçmişcesine ben ölmedim demeğe devam ediyordu ki gözü motosiklet mikrofonunun başında duran muzip esnafa ilişti ve bağırmayı kesip kendisi de gülmeğe başladı. Sonra kendisi de bu mikrofonun başına geçip biraz bu oyunun tadını çıkarırcasına muziplik yaparak; Coşkun (o ilânı okuyan kişi) öldü! Coşkun öldü! diye esnafa seslendi gülerek.

Bekir’i çok seven bir hanımı olduğu herkesce bilinirdi. Eşi zenginlerin evlerine temizliğe giderdi. Bekir’in üç yetişkin kızı bir de terzi oğlu vardı. Oğluyla gurur duyardı. Ne de olsa onun peygâmber mesleği vardı, terzi idi. Ailede herkes emeğiyle ekmeğini kazanırdı. Bu yüzden yıllarca kıt kanaat biriktirdikleriyle üç katlı bir eve sahiptiler. Bu bile bazen esnafın onu huylandırmasına yeterdi. Ona sen zenginsin, artık sana iş yok diye takılırlardı. Onu en çok huylandıranlardan biri de o zamanlar zahireci olan babamın dükkanında, babama yardım eden ağabeğim idi. Annem ağbimi hep Bekir kutsaldır, meczuptur, bedduası tutar sakın ona sataşma! diye uyarırdı. Gerçekten de çok saf idi ve biraz da meczupluk vardı tabii. Hakkında türlü türlü hikâyeler anlatılırdı.

Yıllar evvel gerçekleşmiş olan bir hadise yânî Bekir’in bir hikâyesi herkesin dilindeydi. Bekir bir köyü ziyarete gitmişti. Ne varki Bekir’i huylandırıp eğlenen sâdece Eski Kelleci Pazarı ahalisi değil aynı zamanda köylülerdi de. Bir köyden bir başka köye Alman marka yeni alınmış bir traktörle giden köylüler yanlarına Bekir’i de almışlardı. Ancak traktöre binmezden evvel aralarında anlaşan köylüler, iki köy arasında bir yerde ihtiyaç molası verecek ve Bekir’i durdukları yerde bırakıp gideceklerdi. Traktöre binildi ve iki köy arasında kırsal bir yerde duruldu ve ihtiyaç molası diye bağırdı şoför. Bekir olanlardan habersiz hemen atlayıp kendisine ihtiyacını göreceği bir ağaç dibi buldu. Plandan haberdar köylülerin hepsi hemen tekrar traktöre doluştu ve kahkahalarla Bekir oracıkta bırakıldı. Bekir bir yandan şalvarını çekmekle bir yandan bağırmakla meşgul halde traktörün peşine düştü. Ancak köylüler hareket eden son model traktörün başında ona sâdece güldüler ve devam ettiler. Bekir durdu ve cân havliyle iki elini havaya kaldırdı. Ellerini havaya kaldırarak ‚Haydi gidin bakalım nasıl gidecekseniz!’ diye bağırır bağırmaz yeni alınmış son model traktörün iki büyük tekeri birden şiddetle patladı.

Böyle hikâyeleri hep birinci ağızdan farklı şahidlerden dinlediğim olmuştur. O zamanlar çocuk iken bu hikâyelerin beni bürüdüğü etkileyici havadan olsa gerek, Bekir’i her gördüğümde gider elini öperdim. Bu onun çok hoşuna giderdi. Herkes huylandırırken, benim gidip onun elini öpmem onu sevindirirdi. O yüzden beni her gördüğünde, bana o yürekten gülümseyişi hiç aklımdan çıkmaz.

Bu hikâyelerin yanısıra, Bekir hakkında anlatılan elbette gülünç hikâyeler de vardı. Bunlardan biri de Bekir’in askerden köye izne gelip, askerde aldığı onbaşı rütbesini gururla taşımak istemeseydi. Bekir’in askerî elbisesine henüz dikilmemiş olan bu rütbeyi, Bekir’in köy kıraathânesine gidip fiyakalı elbisesiyle havasını atmasından evvel elbette birinin dikmesi girekirdi. Nihayetinde Bekir soluğu kendisinin çok saygı duyduğu rahmetli ninemin yanında almış. Gariban ninemin elini öpüp, hasret giderip sonra da aldığı onbaşı rütbesini cepheden yeni dönmüş alnı terli, gururlu bir nefer gibi uzatmış. Kendisine bu rütbeyi nasıl verdiklerini uzunca anlatmış ve ninemden rütbeyi asker elbisesine dikmesini istemiş. Bekir’le gurur duyan ninem, büyük bir heyecanla kutsal bir görev üstlenmiş gibi rütbeyi alıp, Bekir’in asker ceketinin koluna dikmeğe başlamış. Sonunda dikmiş ve Bekir’e aşını, suyunu ikram ettikten sonra onu uğurlamış. Rütbeli ceketi giydikten sonra yürüyüşü değişen Bekir, köyde yolda rastladıklarına fiyakalı bir selam çakarak yoluna devam etmiş. İstikamet köy kahvesi tabii. Köy kahvesinin bahçesinde oturupta Bekir’in uzaktan fiyakalı bir şekilde gelişini izleyen ahali olanlara bir anlam veremeyerek, merakla Bekir’in kahveye doğru yaklaşmasını beklemeğe koyulmuşlar. Bekir nihayet kıraathâneye adımını atıp selamını vermiş, sandalyesini çekip gazozunu ısmarlamış. Herkesin gözü Bekir’de imiş. Kimi gelip elini ceketine dokundurmuş ve “ne fıyakalı olmuşun be Bekir! Artık sana dokunamayızda” demiş. Kimi gelip kumandanım çekip künyesini okumuş. Ne varki bütün bu büyülü hava ve Bekir’in fiyakası, Bekir’in onbaşı rütbesini kahvede oturan köylülere gösterene kadar sürmüş. Şöyle bir soluna dönmüş, şöyle bir sağına dönmüş ve eni sonu rütbesini göstermiş. Ancak rütbeye doğru yaklaşan köylü derin bir kahkaha atmış. Benzi sararan Bekir sonunda rütbenin ters dikildiğini farketmiş. Ne yazık ki gariban ninem rütbeyi ters dikmiş! Yukarı doğru olması gereken rütbe başaşağı dikilmiş! Köylü güler, güler, güler! Bekir olanlara inanmak istemez. Ancak rütbeyi, tüm hayatı köy evinin avlusuyla seccadesi arasında geçmiş olan nineme diktirirse olacağıda ancak budur. Bekir’in fiyakası bozulur. Köylü onu ‘ters onbaşı’ diye çağırmağa başlar. “Ters onbaşıya gazoz ağacından iki gazoz!” “Ters onbaşıya saygılar!” gibisinden sözlere dayanamayan Bekir soluğu ninemde alır. Nineme olanları anlatır. Ninemde rütbeyi söküp tekrar doğru bir şekilde diker.

Bekir bundan yıllar evvel hastalandı ve hastahâneye kaldırıldı. Hatta tek tek her esnafı hastahâneden arayıp helallik diledi. Doktor ona aşı vururken korkudan düşüp bayıldı ve bir daha da ayılmadı. Haberi duyan ahali hastahâneye akın etti. Ben de koştum. Beyaz örtünün altında yatan Bekir’in sâdece o aklımı terketmeyen geniş kara ayaklarını gördüm. Eski Kelleci Pazarı’nın o meşhur insanının nasırlaşmış geniş kara ayakları, onu mezarlığa götüremeyecek kadar cansız duruyordu. O ân onun öldüğüne inandım. Bekir’in çıplak ayaklarının asil duruşunu beynime kazıdım.

Bekir defnedildiğinde belkide mezarlık hiç bu kadar kalabalığı bir arada görmedi. Onu çok seven eşi Bekir’in mezarı başında şöyle sesleniyordu ağlayarak: ‚Bekir! Bekir! İki aya kalmaz bende gelirim! İki aya kalmaz bende gelirim!’

İki aya kalmadan Bekir’in sevgili eşi temizliğe gittiği bir apartmanın merdiveninden düşüp öldü! Bekir’in yanına düştü. Sevgilisine kavuştu.

Bekir ve eşi bu dünyadan alınlarının terleriyle göç ettiler. Onların ölümünü ne gazetelerde okudu insanlar ne de televizyondan duydular. Sâdece Eski Kelleci Pazarı’nın ortasında dikili elektrik direğinin üzerinde bulunan hoparlörden duydu insanlar. Kimse gülemedi, inanamadı ilân hoparlörden yankılandığında. Pazar esnafı sâdece sustu ve sâdece ağladı.

En son şehre gittiğimde, artık ne Bekir vardı ne de Eski Kelleci Pazarı. Pazar tamamen yıkılmıştı. Yerine otopark yapıldı. Bekir iyi ki ölmüştü. Pazarın yeni hâlini görmeden iyi ki ölmüştü Bekir.

Şimdi, tüm bunların ardından hiçbirşeyi olmayan insanlara; o gazetelerde ilânları okuyup, camîi avlularında güneş gözlükleriyle saf tutan insanlara bakınca; Bekir’in ceketiyle yetmiş seksen kiloluk çuvalları güneşe inat sırtlaması, onun çıplak ayakları, çıplak gözleri ve mezarı başında ağlayan eşi aklıma geliyor.

O insanlara; ne savaşa, ne bu dünyaya ne de ızdıraba ait olmayanlara her baktığımda Bekir’i anarım ve bir apartmanda hayatını yitiren sevgili eşini, mimar eliyle ortadan kaldırılan Eski Kelleci Pazarı’nı.

İnsan serhoş olmalı der Baudelaire. Şiirle, erdemle ya da şarapla. Ben Bekir’in alnından akan erdemiyle serhoş olmak istiyorum. Bekir’in ruhu şâd olsun. Tarihe düştüğü hikâyesini pazarla beraber ortadan kaldıranlara yazıklar olsun! Bekir susmasın! Evrenin ortasına dikilmiş gizemli cereyanın üzerindeki hoparlörden insanlığa seslensin.

Mehmet Sabri GENÇ

Hece Öykü Dergisi, Ağustos-Eylül 2007, Sayı 22, s.120-124