OKUMAK, YAZMAK ve KİTAP ÜZERİNE

„Herkesin okumayı öğrenme hakkının
olması, zamanla sâdece yazmayı değil,
düşünmeyi de çürütür.“

[Dass Jedermann lesen lernen darf,
verdirbt auf die Dauer nicht allein das
Schreiben, sondern auch das Denken.]Friedrich Nietzsche
(Vom Lesen und Schreiben-Also sprach Zarathustra)

Kitaplar; günümüzde -ya da geçmişte de- çoğunluk tarafından hep kütüphânelerin kitaplıklarını süsleyen, üniversitelerin akademik tütsü kokan odalarını bezeyen, amelî hayattan uzak, somut dünyâda pek yeri olmayan bir nesne olarak algılanmış ve güya laf yerine ciddi işlerle uğraşan insanlar tarafından küçümsenmişlerdir. Bu yaygın ve hoş olmayan fikir, kitapların yuvası anlamına gelen kütüphânelerimiz dâhil olmak üzere bir çok kuruma ya da insanların içiçe olduğu yerlere yansımıştır. Kütüphâneler ders çalışılan birer etüd salonu derekesine düşmüşlerdir. Kıraathâneler ise, masalarda insanlar okusun diye mahsustan kitapların unutulduğu mekân konumundan fersah fersah uzaklaşıp, masalarda şerefin tüketildiği, işsiz güçsüz yığınların doluştuğu bir hâneye dönüştürülmüşlerdir. Okuma evi değiller artık, kahve evi ya da yığınlara sigara dumanları altında kucak açan ev durumundalar.

Tarihte hep rastlanılan kitap düşmanlığı günümüzde de devam etmektedir. Çünkü kitap okumak iktidarın kendisine zarar verebilir, hâkim imperyal güçlerin foyasını ortaya çıkarabilir. Veya tam tersi bir etki de yapabilir. meselâ bu güçler tarafından çuvallar dolusu paralar harcanarak basılan bir kitap onların halk üzerindeki hâkimiyetlerini daha da artırabilir. Avâmı yeri geldiğinde avâm olmaktan çıkarabilecek güce sahip olan kitap, aynı zamanda insanları daha da eblehleştirebilir. Anlaşılması zor olmayan bütün kitaplar kapitalin oluşturduğu zincire birer halka olabilir. Sermayeci düşünce yapısı ne yazık ki alanı ne olursa olsun bütün dehâları ve bütün dâhiyane kitapları bile kendi zehirli çemberine dâhil etmiştir. Bu zincire halka olmaktan kurtulmak çok zordur. meselâ bir çok dehanın ününü sömürüp, onları kukla misali paranın ucunda sallandıran ve bunun, eserlerinin önüne geçmesini salık veren, onları turistlere meze yapan bizzat doğdukları topraklar ve bu topraklardaki sermayeci düzendir. Mozart’ın ününden Salzburg, Goethe’nin ününden Frankfurt, Orhan Pamuk’un ünündense belki Dünyâ faydalanıyordur! Hatta öyleki, Thomas Bernhard Ses Taklitçisi (Der Stimmenimitator) isimli eserinde bir dehadan bahseder; kendini intihar etmezden evvel, ortaya çıkarmak için yıllarını harcadığı hayatının en önemli eserini birkaç dakika içinde yakarak hiçe çevirmiş olan bir dehadan. Yaşamındayken beklediği ilgiye mazhar olamayan bu Viyanalı Deha; birçok benzer misal üzre ölümünden sonra anlaşılıp, üne kavuşup ve sömürülme korkusuyla, yıllarca emek verdiği yapıtını, kendi şahsına hakaret ettirmemek ve bizzat kendi kendine ihanet etmemek için gözünü kırpmadan yakıp yok etmiş. Kendi alanında düşünülmüş, yazılmış olan bu eseri yaktıktan sonra yazdığı intihar mektubunda şu acı gerçek yazılıymış: „Ben kuruluşundan bu yana kendini öldüren dâhilerinin yapıtlarıyla yaşayan Viyana Kenti’nde bu dâhiler zincirinin bir parçası olmak istemiyorum.“

İnsanlara bire bir hitap edebilecek ve onu beşeriyetinden sıyırıp bir ahlâk varlığı hâline dönüştürebilecek, insanın beynindeki tüm hücreleri silahlandırarak ona bir kalkan oluşturabilecek kitap, ne yazık ki tüketilebilinir bir nesne haline dönüştürülmüştür. Bundan gerçek yazarlar nasiplerini almaktadırlar. Gün geçtikçe, böcek gibi çoğalan sözde yazarlar, kitapları; okuyucularsa, hem kitapları hem de yazarları tüketmektedirler. Bu durum aynı zamanda okuyucuları birer tüketici hâline sokmaktadır. Hızlı okuma kursları okuyuculara değil tüketicilere hitap eder. Çünkü çabuk okuyan hangi surette olursa olsun dikkatini kelimelerin anlamına yoğunlaştıramaz. Bu da sayfanın bütününe yansır. Hızlı okuma kurslarının ismi değiştirilmelidir. Bu türden kursların, hızlı tüketme kursları diye adlandırılması bence daha uygun olur. Eğer okumayı panzehir değil de zehir olarak alırsanız bir çok yetinizi de kaybedersiniz. Çünkü ‘fast-book’ cinsinden kitapların, ‘fast-reader’ cinsinden müşterilere ihtiyaçları vardır.

Evvelâ; kitap, yazar, okumak nedir ve bir kitabı niçin okurum diye kendime sormam gerekiyor. İngiltere’de zamanının en büyük sanat tenkitçisi olan John Ruskin (1819-1900), kitap sorunu hakkında yazdığı „Susam ve Zambaklar“da (Sesame and Lilies), bu türden sorulara çoktan cevap aramıştı. Bu aslında göründüğü kadar kolay olmayan, psikoloji ve sosyoloji dâhil, toplumu ve daha da ötesinde insanı baz alan bilimlere mevzû olabilecek bir husustur.

Bir edebiyat dergisinin (Türk Edebiyatı Dergisi) daha evvel bana sormuş olduğu bir soruya, aşağıdaki cevabı vermiştim. Soru çok satan bir kitabı okuyup okumadığımla ilgiliydi:

„Öncelikle kitabın satılan mı yoksa satan mı olduğunu ayırt etmek gerekir. Çok satılan kitaplar dünyâyı değiştirebilir. Kutsal kitaplar da çok satılır hatta dağıtılır, ama satmaz! Ne zaman ki bir kitap abartılır ve şöhreti kendini aşarsa, işte o zaman o kitap artık okunmaktan çok kendinden bahsedilen bir nesneye dönüşür. Benim için bir laboratuvar olan kitaplığımda bir şeyler satan kitaba rastlamak zordur. Ben kimsenin bilmediği uzaklara gidip orada karşılaştığım ilk durgun suya sağduyumu daldırır ve inci gibi kitaplar edinirim. O beni bekler bir yerlerde. Önemli olan onu benim gidip bulmamdır. Eğer beyin hücrelerinizi hareketlendirecek silahları başkalarından ediniyorsanız, başkası olmaya müstehaksınız demektir. Ne savaşabilirsiniz ne de kendinize varabilirsiniz. Bence çok satan kitapların yazarları bu incileri allayıp pullayıp başkalarına pazarlayan kişilerdir ve çok satan kitaplar ‘Fast-Book’ dükkanının raflarında okunmayı değil tüketilmeyi bekleyen birer metâdırlar. Ve bence en az okunan kitaplar çok satan kitaplardır!„

Ecstasy haplarını duymuşsunuzdur. Alındığı zaman, insanı, tüm duyguların üstünde bir hisle hallüsinasyonlara bürüyüp, insana normalde olmayan sesler duyurtup, resimler gördürttürmeye başlar. Hatta ‘methylenedioxymethamphetamine (MDMA)’ denilen ve bir tür ecstasy olan bu ilaç 1985 yılına kadar Amerika’da psikoterapide yasal olarak kullanıldı ve sonra yasaklandı. Belki de kapital sâdece yönününü değiştirdi. Bu hapın etkisini merak ediyorsanız sâdece şunu hayâl edin: –eğer yapabilirseniz– normal hâlde en mutlu olduğunuz ânı onla çarpın. İşte böyle yalancı ama devasa bir mutluluk ve hareket katıyor bu hap. En büyük zararı ve eziyeti, o anormal derecedeki mutluluğu kısa bir süre tatmanıza rağmen, ayıldıktan sonra o mutluluğu arayarak ve normal hayatta bulamayarak yaşadığınız için kendinize yapmış oluyorsunuz. Ve artık hayatınızda beliriveren bütün mutlu hâller, size küçük göründüğünden, hep o hapın yüklediği yalancı mutluluğu arayarak kendinize kıymış oluyorsunuz. Şimdi, bunları neden anlatıyorsunuz diyebilirsiniz ama, bir okur olarak, kitapların sayfalarından öğrendiğim şeylerin bana yüklediği hisle bazen ecstasy hapının etkisine benzer bir etkiyle sarsılabileceğimi söyleyebilirim.

Bir kitapta yazılanlar sözlerden ya da düşüncelerden kâleme intikâl eden cümlelerden oluşur. Sözü dinleyerek, yazıyı görerek anlamlandırır ve ona anlam çerçevemizde bir yer biçeriz. Ancak bu duyulanlar ve görülenler tabiî ki hallüsinasyon dâhilinde görülen ya da duyulan şeyler değillerdir, öyle ciddi sorunlara yol açmaz, ama en azından insana, yaşama farklı bir pencereden bakması için bir çok neden yükler. Olayların perde arkasında olup bitenler için uyarılmış olursunuz. Belki de aradaki fark, kitabın bıraktığı etkinin daha uzun bir süreçte ortaya çıkması ve farkın niteliğinin başka olmasıdır. Thomas More’un „Ütopia“sı, Platon’un „Devlet“i, Campanella’nın „Güneş Ülkesi“ gibi hep ideali arayan kitapları okuduktan sonra, sizin için ulaşılmaz olanın tadına vardığınızdan ya da gerçek hayatta rastlayamadığınız güzelliklerin bulunduğu avlularda dolaştığınızdan ötürü, sürekli o hayâl edilen ideal toprakları arar durursunuz. Haptan farkı etkisinin daha uzun ve tetikleyici olmasıdır. Şunu söylemeliyim ki; kitap okumanın hiçbir zararı yoktur, kitap okumanın yan etkileri vardır. Sizleri düzene, kalabalıklara, herkese karşı kışkırtabilir. Herkesi aşarak kendinizle hemhâl olmaya başlarsınız. Anlatmak istediğim, kitabın yalnızca iyi ya da ideal olandan bahsetmesi değildir. Ayrıca bahsettiğim kitaplar sâdece örneklendirerek açıklamak içindir. yânî bu etki sâdece bu kitaplarla ortaya çıkmaz. Farklı bir içeriğe sahip olan hatta tam aksi içeriğe sahip kitapların da beni doğal olarak etkileyebileceğini söyleyebilirim. Orwell’in „1984“ ü, Aldous Huxley’in „Cesur Yeni Dünyâ“sı da pek âlâ beni sarsabilir. X (ecstasy) hapından farkları mutluluğun yanı sıra karamsarlığın da taşıyıcıları olmaları ve etkilerinin kök saldığı ortamın farklı olmasıdır. Birinde daha herkesi aşamadan kimyasal bir maddenin verdiği yalancı bir hazza kapılmak, diğerindeyse herkesi aşarak, yapayalnız kendinizi kalabalıklara karşı korumak! Bakıldığında, X hapının bünyenizde bıraktığı etki tedavi edilebilir ancak kitabın bizzat içinizde, doğrudan düşüncelerinizde bıraktığı etki yok edilemez sanırım. Ancak; kitapta sâdece okumak, gazetede sâdece görmek, televizyonda sâdece izlemek kendinizi yok etmenize sebep olabilir, yânî diyeceğim şu ki; size bunların bir faydası olduğunu zannederek yaşamak iradenizin yokluğunun bir göstergesidir. Kitapta okudum böyle diyor, gazetede gördüm şöyle türünden sözler; sizin, düşünmeden, kopyala yapıştır cinsinden sempatik sinir sistemiyle sarf ettiğiniz tepkilerdir. Bir çok insana hobisini sorduğunuzda, kitap okumak derler. Bu cevap artık öyle sıradanlaşmıştır ki cevabı verenin ağzından çıkanı kulağı bile duymaz. Ezbere hemen cevabı yapıştırıverir. Bir kitabı hobi olarak okuyorsanız, rekorlar kitabını okuyun, hem insanlar ne rekorlar kırıyor onu öğrenirsiniz hem de belki o kitaptan kendinize yeni hobiler edinirsiniz. Meselâ bu sâyede yeni hobiniz burnunuzdan ve kulağınızdan duman çıkarabilmek ya da bilmem kaç saat buzun içinde uzanmak olabilir. Hiç şüpheniz olmasın ki bu size daha güzel yakışacaktır! Bir kitap boş zamana sığamayacak kadar engindir ya da engin olmalıdır. Eğer otobüste, trende kitap okuduğunuzu zannediyorsanız yanılıyorsunuz ve kitaptan evvel kendinize siz zarar veriyorsunuz demektir. Kitabın etkisi gücünde, sizin etkisizliğiniz ise güçsüzlüğünüzde gizlidir. Siz gerçek bir okuyucuysanız zaten otobüste ya da trende bir şekilde okursunuz! Her biri ayrı bir kitap olan insanların sûretindeki hikâyelerin sayfalarını çevirirsiniz. Kalabalıkta okunan kitap, kitap olmaktan çıkıp bir magazin dergisi gibi kendisini ve de içindekileri pazarlar. Sizleri kandırıverir ama bunu yine sizin aracılığınızla başarır. Kendisine yapılan haksızlığın öcünü bu şekilde alır. İşte esas rahatsızlık böyle başlar. İlacı tok karnına alacağınız yerde, aç iken alırsanız sonuçlarına da katlanırsınız.

Hümanizm çığrının atası sayılan İtalyan şâir ve bilgin Francesco Petrarca (1304-1374); okumanın, yazmanın, düşünmenin, ideal mutluluğu bulmada çok önemli rol üstlendiklerine dikkatleri çekmiştir. Tabiî Petrarca’dan evvel ve sonra da bir çok grup ya da kişi bu türden fikirleri savunmuştur. İdeal mutluluğun yolunun insanın yalnızlığından geçtiğini ve insanın düşündüklerini, yazdıklarını, okuduklarını kendisine katık yaparak bir başına yürüdüğü takdirde mutluluğa erişebileceğini savunmuştur bu bilgin. Şu halde; okumanın, yazmanın, düşünmenin değeri, koca bir hayatı kuşatacak kudrete sahiptir. Boş vakitte ya da hobi olarak yapılacak şeyler değildir bunlar. Hayatınızı böylesine kuşatacak bir yola girecek olursanız, doğal olarak karşınıza zararlı şeylerde çıkacaktır. Meşakkatli ve sorumluluğu ağır olan bu yola baş koymak ya da koyabilmek, her babayiğidin kârı değildir. Nietzsche’nin felsefeyi yüksek dağda, buz içinde gönüllü yaşamak olarak anlamasını, aslında bu babayiğitliğin ölçütlerini merak edenler için örnek gösterebilirim. Bahsettiğim rekorlar kitabında geçen, buzda saatlerce uzanmak cinsinden değildir bu. Bünyeniz buz içinde gönüllü yaşamaya elverişli değilse, üşütürsünüz(!). O yüzden bizim topraklarda bazı delilerin deli olma sebepleri de çok okumuşluğuna ya da düşünmüşlüğüne bağlanır. ‘O niçin deli olmuş?’ diye sorarsanız, ‘okumaktan kafayı yemiş’ diye bir cevap alırsınız. Okumaktan kafayı yemek! Herhalde; okumakla, normal seyrini sürdüren yaşamın çeliştiği, başka bir toprak parçası yoktur yeryüzünde. Meczupluk, divânelik, mecnunluk bizim topraklara has niteliklerdir. Ama ne yazık ki uzun sakal bırakmak ve leş gibi kokmak insana bir pâye yüklemiyor. Salt bunlarla meczup bile olunamıyor doğrusu. İşte tüm bunlar, o yüksek dağın zirvesindeki buzun içerisinde yaşamaya bünyesi elvermeyip, koftiden etrafına buz ören kişilerdir!

Ben bana nerede dünyâya geldiğimi soranlara ‘Ütopya’da cevabını veriyorum yânî hiçbiryerde. Her okumamda tattığım hiçbiryerin güzelliğini arar dururum. Ve onu, dünyâya gerçekten geldiğim ânlar için saklıyorum. En güzeli de bu. Evet hiçbiryerde doğdum ama her yerde yaşama isteğim ya da çevremin bana yüklemiş olduğu bu istek beni ‘hiç-bir-yer’in güzelliğinden alıkoydu. Bütün insanların hiçbiryerde dünyâya geldiğine inanmaktayım. Ama yine bütün insanların dünyâya geldikten bir süre sonra çevresinin etkisiyle heryere dâhil olduğuna da. Bir çok insan hiçbiryerde dünyâya geldiğini göz ardı ederek yaşar, öyle ki yaşamını sürdürdüğü her yerin takdim ettiği serhoşlukla gerçeklerin farkına varamaz. Şimdi bunu ben nasıl fark ettim, tabiî ki kitap okuyarak, kendimi kalabalıklara karşı zırhlandırararak edindim. Okumak demek zırhlanmak demektir. Hele de; aids virüsünü kapmış, içten içe çürüyen, kendine yabancılaşan bir toplumdaysanız, tek ilacınız okumaktır. Okumanın yan etkisi gücündedir. Sizi yapayalnız bırakır. Herkesin içinde, hiçbiryerde yaşar durursunuz. Diğerlerinin alaylarına, diğerlerinin anlamsız konuşmalarına, diğerlerinin sizi deli ya da meczup diye adlandırmasına şâhit olduğunuzda, üzülmemeniz kaçınılmazdır. Kimse bir başkasına para delisi demez ama kitap delisi dendiğini duymuşsunuzdur. Kitap, belki de padişahların hazinelerinin bulunduğu bir mağaradır. Ve okuyucu -susamı Ruskin’in kasdettiği mânâda kullanacak olursak- bir hârâmîdir. Nasıl ki, ‘Binbir Gece Masalları’ndaki Kırk Hârâmîler, hükümdârların hazinelerinin bulunduğu mağaranın kapısını açıl susam açıl diyerek açabiliyordu, aynı şekilde ciddi okuyucu da kitap kapağının ardında ne türden hazinelerin saklı olduğunu bildiğinden, kendisiyle kitap arasında susam şifresine benzer özel bir bağ kurar. İşte okuyucu kitapla bu bağı kurabildiği takdirde, kitap tüm kapılarını açarak, sahip olduğu hazine aracılığıyla okuyucuyu mükâfatlandırır. Kitap, bu mükâfatlandırışının bedelini, hazinesine konan okuyucuya ağır ödetir. Çünkü kitabın mükâfatlandırışı karşısında, okur pasif kalır. O, sâdece bu hazineye konmayı becerebilir. Bu sebeple, kapısından girdiğiniz kitabın kaldırımlarında yürüyüş hâlindeyken; incileri, elmasları, altınları tartıp biçip öyle kabul edin. Aksi takdirde yukarıda bahsettiğim allanmış, pullanmış incilere aldanarak sahte hazinelere konmuş olursunuz. Buysa sizin hârâmîliğinizden çok mağara sahibinin, yânî yazarın hârâmîliğini gösterir. Böyle bir kitap yalnızca zavallı bir elçi, böyle bir yazarsa sâdece zavallı bir eşkîyâdır. Siz daha farkına bile varmadan, avlusunda gezindiğiniz kitap sizden çok şeyi alır götürür. Halbuki, yazının bir nimet ve bunun akıllılar yanında iyi bir yerinin olduğunu bildiriyor bize Gazâli. Ayrıca yazının akıllı kişilerin zihinlerinden doğan şeyleri koruduğunu da ekliyor. Öyleyse yazma etkinliğine her kişi vâkıf olamıyor ve bahsettiğim türden kitaplarsa sizin hazineninizi tüketmekten başka bir işe yaramıyor. Gerçek kitaplar bizlere heryerin o kirli yüzünü gösterip dururlar. Birer maske düşürücü olarak görev yaparlar. Görünürün arkasında gerçekte nelerin olduğunu bana bildiren tek değerli şey kitaptır. Kitap aynı zamanda bir panzehirdir. İlaçların kuvveti arttığında yan etkileri de artar, bu sebeple hassas hastalık sahibi insanların tedavisi için önerilen ilaçları veren taraf, hastadan, doğabilecek tüm tesirlerden kendisinin sorumlu olacağını kabülüne dair bir imza ister. Kitaplarda böyledir, sizin en hassas problemlerinizi çözer ama bunun yanında size bir çok basit problemler yükler. Her okuyuşunuz anlam dünyânıza attığınız birer imzadır, kabüldür. Yan etkisi güçlülüğünde gizlidir. Meselâ, Henry David Thoreau’nun (1817-1862) Sivil İtaatsizlik isimli eseri kağıt üstündeki fikirleridir, ancak bu fikirler pek âlâ Yüce Ruh Gandhi’nin (1869-1948) pratiğe yansıttığı yaşam biçimidir. Bu da bir okumadır. Yan etkileri, Hindistan’dan, tâ İngiltere’ye kadar kök salmıştır!

Her insan bir başına okunmamış kitaptır. Her insan kendisinin niçin yazıldığını merak ederek, kendisinin gerçek bir hazine olduğunu farkederek okumaya başlar. Eğer gerçekten okunacak çok şeyin olduğunu fark ettiyse biri, kendisiyle ve çevresiyle ilgili merakında samimiyse, hayretlerini demet halinde bir araya getirerek onu kaleme dönüştürür. İşte gerçek yazarlar bu sırrı keşfeden ve bu kaleme sahip olan kalemgir kişilerdir. Kendilerinde buldukları bu nimeti diğer insanlara yansıtarak hayatlarını idâme ettirenler ve de diğer insanların bakışlarından, konuşmalarından, yürüyüşlerinden, yemek yeğişlerinden, davranışlarından kısacası her şeylerinden kaptıkları sırrı yazıya yansıtanlardır. Sâdece insanlar değildir özneleri, doğa da bundan nasibini alır. Yazar için okuyarak ve okunarak, tüm yan etkileri sineye çekerek yaşamak kolay değildir. Okur ise tembeldir. Belli bir noktaya kadar yürür ondan ötesine geçemez. Öteye geçebilirse zaten yazar olur. Nasıl olsa yazar sırrı keşfetmiştir, okur içinse hava hoştur. Ve her yazar aynı zamanda okurdur. Onlar da bir başka yazarın kalemine mürekkep olabilirler. Her yazarın keşfettiği temelde aynı, görünürde farklıdır. Her okurun taşıdığı can simitlerinin şekli aynı, yalnız yüzdükleri sular farklıdır. Okumak sonsuzlukta ya da ruhunuzda yüzerken aslında yüzemediğinizi anlamak ve hep boğulacağınızı sanmaktır. Bu ikilemi farkettiğinizdeyse heryerin ortasında hiçbirşey bilmediğinizi öğrenirsiniz, okudukça daha da susayarak, yüzdüğünüz engin deryanın tuzluluğunda kendinize dinlenecek bir ada ararsınız. Bu ada hiç karşınıza çıkmaz, hiçbiryer hep çok uzaktadır; her yerin göğünde bulut oluşturup yağmurundan salmaz, her yerin toprağına tohum olup hiçbiryerler bitirmez kendinden. Ve ben, yağmuruna, bereketine karşı durup gökkuşağı olamam ne yazık ki.

Sözü uzatmadan şunu söylemeliyim ki: her yerin o alışkın olduğum ama hiç beğenmediğim havasında solumak zorunda kalırım. Çünkü ne More’un Ütopia’sında ne Platon’un Devlet’inde ne de Campanella’nın Güneş Ülkesi’nde yaşadığımı engin tuzlu deryada susuzluktan medet umarak attığım her kulaçla daha da iyi kavrarım. Cesaret edip manava para vermemezlik edemem, cesaret edip zorbanın boynuma urgan takıp beni avâma şenlik diye sunmasına başkaldıramam. Açıkcası kaçak yaşamayı, bir fıçı bulup memleketlim Diyojen gibi o fıçıya sokulmayı ve dünyânın bütün gölgelerinden, kendi ışığıma sığınmayı göze alamam. Tüm kabahat benim ey yüce Ütopia, ve Devlet’im ve Güneş Ülkem! Sizlere ulaşamadığımdan siz yoksunuz aslında! Bulabilseydiniz beni çığlığımı işitirdiniz. Yokluğunuzdan faydalanan haydutlar ve her yerin o kolay ve sıradan, o tekdüze ve eblehleştirici gölgeleri beni köşeye sıkıştırıp, çocukluğumu benden almaya yelteniyorlar. Bana bunu, bu gerçeği bahşettiniz ve bu mukaddes acıyı yüklediniz. Ve Tanrı’nın şakadan anlamayanları sevmediğini ya da sevmeyeceğini öğrettiniz…! 1

Mehmet Sabri GENÇ

1 Son paragraf Mehmet Sabri Genç’in Merdivenşiir Dergisi’nin 8. sayısında (Nisan-Mayıs 2006, s.52) yayımlanmış olan Nev’i Şekline Münhasır Tören isimli yazısından alıntıdır. Mehmet Sabri Genç’in Okumak, Yazmak ve Kitap Üzerine isimli yazısındaki düşünceleri aslında Nev’i Şekline Münhasır Tören isimli metninin ayrıntılı bir hülâsası ve bu metne düşülmüş birer dipnot niteliğindedir.