Aynanın diğer tarafındaki şair: Arseni Tarkovski
tumblr_m7th6qXiBt1qb1wuv 

“Sanat, dünyanın kötü kurulmuş olmasından doğar.”

Arseni Tarkovski

“Sanat, doğası gereği aristokrattır ve dolayısıyla halkın arasında bir tür seçmeye başvurur.”

Andrey Tarkovski (Mühürlenmiş Zaman, syf.185)

Arseni Tarkovski, 25 Haziran 1987’de Moskova’da 80. yaş gününe adım attığında, çoğu gençlerden oluşan hayli kalabalık bir topluluk bir eve tıka basa dolmuş, adım atacak yer dahi bırakmamıştı. Bu telaşın sebebi Tarkovski’nin yıllarca kendilerinden çeşitli sebeplerden ötürü uzak kalmış olması, ondan, iç savaşın ve işgalin yüklediği sessizliğini bir şiir ile bozmasını gönülden dilemeleriydi. İşte bu insanlar Tarkovski’nin şiirlerini elden ele dolaştırıyor, her mekânın ruhuna o şiirlerin tınısını çivi misali çakıyorlardı. Şiir kitaplarının baskıları ard arda tükeniyor, şiirleri o dönemin meşakkatini derinliğine yaşayan Rusların dertlerine tercüman oluyordu. Bu arada, bir şiir kitabı için belkide rekor sayılabilecek yaklaşık 50 bin adet kitap tükenmekle kalmıyor, bazı şiirler ‘Rock’ müzik grupları tarafından melodiye sarılıp beyaz posta güvercininin gagasına tutuşturuluyordu. Bu ülkede artık köklü bir devrim isteyen “isyankâr genç adamlar”, Tarkovski şiirinin gölgesinde yetişmiş ikinci nesildi. Neredeyse 60. yılını doldurmuş olan Tarkovski şiiri, o ana kadar süregelmiş; insanın doğa, kültür ve tarihteki yerini sonu gelmeyen sorularla dile getirmeye çalışan geleneksel Rus şiirine bir başkaldırıydı. Tarkovski, 1926´da ilk şiirini yayımlamasından ancak 55 yıl sonra şiir kitabı çıkarmaya muktedir olabildi. Bu zaman diliminde politik sebeplerden ötürü şiirlerinin basımına izin verilmeyen Tarkovski, 1962 yılında ilk şiir kitabı olan ve 1929 ile 1962 yılları arasında yazdığı şiirleri içeren “Pered snegom” yani “Kar Öncesi” isimli kitabının ardından Moskova ve çevresinde adından büyük bir övgüyle söz ettirdi. Bu kitabın bir kısmını aslında 1945-46 yıllarında baskıya vermiş ve fakat türlü gerekçeler gösterilerek basımından son anda vazgeçilmişti. Ancak 1962 yılında basılabilen ve hemen baskısı tükenen bu kitaptan, Anna Ahmedova övgüyle bahsetmiş ve bu yeni sesin Rus şiirinde uzun süre etkisini sürdüreceğini dile getirmiştir. Ayrıca bir insanın varoluşsal bağının, attığı her adımda kendini tüm dünyaya karşı sorumlu hissetmesine bağlı olduğunu vurgulayan Tarkovski´nin genel şiir anlayışı için, 80´li yılların başında Rus eleştirmen Sergej Tschuprinin şair ve dünya arasındaki bağı ortaçağ ruhuyla dile getiren bir anlayış olduğunu vurgulamıştır.

Halkçı entelektüel bir aile ortamında, ülkenin en güç dönemlerini görerek, çetin günleri birebir yaşayarak büyüyen Tarkovski, 1925-29 yılları arasında Devlet Edebiyat Yüksekokulu´nda öğrenim gördükten sonra Rus yazarlar Bulgakov ve Petrov’la beraber “Gudok” isimli o dönemin en ünlü gazetesinin edebiyat-kültür sayfası redaksiyon biriminde çalıştı. Bu sırada başkent Moskova’daki edebiyat çevresiyle de tanışma fırsatı bulan şair, 1932 yılından sonra başka dillerden şiir çevirilerine başladı. Özellikle Doğu şiirlerine ilgi gösteren Tarkovski; Arap, Türkmen, Ermeni, Gürcü ve İbrani dillerinden şiirler çevirdi ve onları yayınladı. Tarkovski’nin mükemmel şiir çevirileri bir çok kişinin dikkatini çekmiş, hatta Türkmen lirik şairi Kemine’den çevirdiği bir kitap o zamanın aydın çevresinden, yine aynı zamanda bir şair olan Marina Zwetajewa (Tsvetayeva)’nın büyük ilgisine mazhar olmuştur. Bu ilgi, fevkalâde özenle yazılmış bir mektupla başlayarak çok ciddi bir dostluğa yelken açmıştır. Tarkovski, yazgının bu ilginç buluşturmasından sonra bir çok şiirini Zwetajewa’ya ithaf etmiştir. Ancak aralarında aşk temelli bir ilişki olup olmadığini merak edip soranlara hep “hayır” yanıtını vermiştir. Bu dostluk Marina Zwetajewa’nın yaşamına kendi eliyle son vermesine değin sürer. Fransa’da sürgünde yaşamış ve ülkesine uzun yıllar sonra tekrar dönen Zwetajewa’nın intiharı elbette Tarkovski’yi derinden sarsmıştır. Zwetajewa’nın ölümünden sonra, Tarkovski onun adına uzun şiir dizeleri bağışlamış ve ona ithaf ettiği şiirleriyle kendini teselli etmiştir. Ancak ne var ki Zwetajewa’nın ölümünden yıllar sonra “Ogonyok” isimli bir dergide, onun hayatında yazdığı son şiir olan ve daha da önemlisi Tarkovski’nin bir şiirine karşı cevap niteliği taşıyan ve belki de sadece Tarkovski’nin iyi anlayabileceği dizelerin yayımlanışı onu daha da sarsmıştır. Tarkovski’nin “Sofram kurulu altı kişilik..” diye başlayan ve bir aile sofrasındaki duygu yüklü akşamı tüm inceliğiyle yansıtan bu şiire, Zwetajewa, ölümünden sonra meydana çıkan şiiriyle şöyle yanıt verir:

Bir kelimeyi düzeltirken
Hep yineliyorum ilk dizeyi
“Bir sofra kurulu altı kişilik….”
Oysa unuttun yedinciyi.

Altı kişi orda ama neşe yok
Çehrelerdeyse yağmur çizgileri
Nasıl oldu da bu masada
Yok sayabildin yedinciyi.

Diye başlayan ve,

“Ne kardeşinim o masada
Ne oğlun ne de bir dostun
Ve yaraladın beni:
Sofrayı altı kişilik kurdun ama
Beni kenarına oturtmadın.”

böyle çarpıcı bir sitemle son bulan Zwetajewa’nın ölümünden yıllar sonra ortaya çıkan bu şiir elbette Tarkovski’yi derinden yaralamıştır. Daha bu şiir ortaya çıkmazdan evvel, Zwetajewa’nın ölümünün hemen ardından 1941 yılında Tarkovski şöyle yazar:

“Her son selâm gibi,
Tüm gıcırtılarda ve yakınmalarda
bir ölüden fazlasıdır duyduğum.“

Bir çok sanat ürünün ortaya çıkmasında salt erek kabul edilen ölümsüzlük talebi, Tarkovski’de de kendini gösterir. ‘Ölümsüzlük’ isteği, tüm insanlığın tecrübe birikiminde önemli bir yer tutar Tarkovski’ye göre. Savaşa bizzat dilekçe yazarak katılmış, savaşta ağır yaralanmış ve ardından bu yara sebebiyle 1943 yılında bir bacağını yitirmiştir. Savaşta şahit olduğu ölümlerin trajedisini şiirlerine yoğun bir şekilde yansıtmıştır. Bu tecrübeler onu daha da hayata bağlamış ve yaşamında güçlü kılmıştır. “Yaşadığım sürece ölümsüzüm” diye başlayan “Zil” isimli şiirinde, insanın, belirli bir mekânın ortadan kalkmasından sonra gelen nesli yani geleceği, bir telefon ziliyle uyandırdığı sürece ölümsüz olabileceğini ifade eder. Bu “Zil Sesi” metaforu; ünlü bir yönetmen olan oğlu Andrey Tarkovski’nin, saygınlığını ve değerini kaybeden bir insanın nasıl biri olduğunu, modern dünyanın boşluğuna, inançsızlığına ve soğukluğuna ilaç olabilecek bir aşk arayışını özetleyen “Stalker” isimli filminde ikaz olarak yerini alır. Daha evvel insanların yaşadığı ve fakat adetâ bir tufanla hepsinin yok olduğu ölü bir bölgeyi keşfe çıkan üç kişi, sürekli gizemli bir şekilde geçmişten, çok uzaklardan gelen bir telefon ziliyle irkilir. İşte bu boş mekândaki zil sesi, Arseni Tarkovski’nin şiirinde yer alan “Zil” betiminin, oğlu Andrey Tarkovski’nin “Stalker” isimli filmine yansımış halidir. Bu bölge insanın katetmek zorunda olduğu hayattır. İnsanın ya yok olduğu ya da dayandığı bu yerde ayakta kalmayı başarıp başaramayacağı kendine olan saygısıyla, önemliyi önemsizden ayırma yeteneğiyle belirlenir, yönetmene göre. Yönetmen daha sonra; Stalker’de, dünyamızın umutsuzluğu üzerine yapılan kuru akıl yürütmelere karşı başarıyla direnecek olan mucizenin insan sevgisi olduğunu açık ve kesin bir biçimde dile getirdiğini söyleyecek ve fakat ne yazık ki bizlerin artık sevgiyi de unuttuğunu ekleyecektir (bkz; Mühürlenmiş Zaman, Afa Yayınları, syf: 218-219). Andrey Tarkovski, babasının poetik söylemlerini hemen hemen bütün filmlerine yansıtmıştır. Özellikle de “Zerkalo” yani “Ayna” isimli filminde yoğun bir şekilde işlenen baba Tarkovski’nin şiirleri, oğul Tarkovski’nin belki de dünya çapında bir üne ve özgünlüğe kavuşmasında etkin bir rol oynamıştır. İlginç olan, baba ve oğulun eserlerinde hep bir insanî varoluşun ve bunaltıcı, insanın kanını, ümidini emen dünyaya karşı bir başkaldırının hissedilmesidir. Hep belirttiğim sanatkârların ve ince bir ruh taşıyan insanların genel hali, incelediğim baba ve oğulun eserlerinde de çok belirgindir. Sürekli umudunu yitiren bu dünyanın kara kalbine atılan, ucuna sanat takılı mızraklar, ideal olana ulaşma çabası güden birer silahtırlar. Andrey Tarkovski´nin son filmlerinden biri olan “Kurban” filmindeki dilsiz, sağır bir çocuğun hikâyesi gibidir sanatkârın çabası. Konuşamayan çocuk, babasıyla beraber bir zamanlar ekmiş olduğu fidanı kurumaması için sürekli sular. Fakat tüm bu çabalar boşa gider ve ağaç kuruyup ölür. Ve böylece adetâ bir mucize gerçekleşir. Çocuk hayatındaki ilk kelimeleri mühürlenmiş boğazından çıkarıverir…:

”Başlangıçta söz vardı. Peki niçin böyle ki, baba?“

1907’de Yelizavetgrad’da dünyaya gelen ve 1989’da Moskova’da, bu dünyadan göç eden büyük Rus Şair Arseni Tarkovski, şiir ve düşünceleriyle bir fidan ekti ve oğlu onu fevkalâde bir sanat duyarlılığıyla besledi. Bu yüzden bu fidan kurumadı ve insanlığın, daha uzun süre, meyvasından nasipleneceği yüce bir ağaca dönüştü; Tarkovski ağacına…

Mehmet Sabri Genç, Merdiven Şiir Dergisi, Kasım-Aralık 2005, sayı 6, İnceleme Yazısı-s.115

Elveda

Asker elbisesinin içinde, silip dudaklarını,
Öper kadınını,
Ama bakmaz kadını,
Dışarıda rüzgar göğe doğru hiddetlenir,
Yüreği kendinden geçerek,
Onu serinletir.

Bir palamar aziz kasvetleri yolda bırakarak,
Şehri kendine doğru çeker,
Sadece rüzgar ağlar yaltaklanarak çamura
Gözlerinden dökülen yaşlarsa acı verir sana.

Sen bir çiftçi idin Kolhoz1`da
-Savaşçı oldun.
Ocağımız; eski ve hür ocağımız,
Çınlatır alkışlarını köy şarkısındaki gibi,
Sen savaş alanına vardığında.

Kadının gördüğünde alıkonduğunu
Ellerini iki büklüm yapar.
Koştuğu kavurucu patikada,
Yel kırbaçlar,
Üzengiler zangırdar.
Yakarak ağıtını
Dişi bir tay gibi şaha kalkar.
Ve havayı yararak uçan
Zarif bir kar tanesi gibi,
Tozu dumana katar.

1943

1 Sovyet Tarım Üretim Kooperatifi´ne verilen ad.

Arseni Tarkovski                                                                                                              

Türkçesi: Mehmet Sabri Genç

Merdiven Şiir Dergisi, Kasım-Aralık 2005, sayı 6, s.119