Oktay Taftalı ve Mehmet Sabri Genç’in Hasbihali.*

52071_10151068872150749_1910454782_o

Bu hasbihalin temeli Viyana’da atıldı ve Türkiye’de tamamlandı. Sevgili Oktay Taftalı’yla derin tartışmalarımızın bir özeti de sayılabilir bu hasbihal. O güzel ve hararetli konuşmalardan sizleri mahrum etmek bizleri üzerdi elbet. Bu maksatla demir alan söyleşi gemimiz İstıklal Savaşı’mızdan yani varoluş sınırımızdan Dünya Düzeni adına verdiğimiz kişisel savaşımlara varıncaya değin tüm kıyılara uğradı. Gözümüzden kaçan uğradığımız bu kıyılarda uçusan martıların çığlığı idi sadece. Buysa en önemlisiydi bence. Bu çığlıkları; her bir harfin altında, her bir virgülün kuyruğunda ve her bir noktanın karanlığında farkedebilirsiniz ancak. Sancı olmadan iyileşme olmuyor ne yazık ki. Şu vakitte birey o kadar sıkışmış durumda ki; kendisinin ruhî ve fizikî sağlığını korumakta aciz kalıyor. Ve gün geçtikçe insan daha mutlu ve sağlıklı yaşamanın sırlarını araştırıp duruyor. İnsan kendi çığlığını martıların çığlığından duyuramıyor. Kıyılarda uçurtmalara taktıkları israfillere ümit bağlıyor çocuklar, lâkin martılar bu ümitlerin asılı olduğu uçurtmaları parçalıyor. Aklımı karıştıran martıların bizlere ne demek istedikleri… O çığlıklar bizlere Nuh’un Gemisi’nden kopup gelen bir çağrı mı, yoksa Kaf dağında salınan tehlikelerden birer uyarı mı? Bence bütün o çığlıklar İsrafil’in üfleyeceği sûr için alıştırmalar. Yavaşça alıştırılıyoruz bir gün çalacak olan bitiş düdüğüne… Şimdilik seyircilerle hasbihal ederek kendimizi avutuyoruz. Tüm sağlık reçeteleriyle, uzun yaşamanın sırlarıyla olanları ya da olacakları bir kenara itiyoruz. Ne diyelim, sonumuz olmasın ama ille de olacaksa hayırlı olsun…

Mehmet Sabri Genç M.S.G. : Sevgili Oktay Taftalı, konuşmamızın merkezinde önemli bir yer tutacak olan bir soruyla başlamak istiyorum. Bu konuyu açıklığa kavuşturup diğer sorulara geçersek söyleşimizin daha faydalı olacağı inancındayım. Dünyayı bir resim olarak düşünecek olursak bu resmin batısıyla doğusu arasında nasıl bir ilşki kurulmalıdır ya da kurulmuştur. Ve bizler bu konuda neye inandırılmaktayız?

O.TAFTALI: Mehmet Sabri kardeşim, bir kere, Avrupa Aydınlanması öncesinde, yani kapitalist burjuva devrimlerinden, yani sanayi devriminden, yani modernizmden önce, dünya tek parça bütünlüklü bir resim olarak karşımıza çıkıyordu. Aydınlanmayla birlikte, kendisini aydınlanmış sayanlar, dünyanın geri kalanını karanlık olarak nitelediler ve dünyayı “orient-okzident” adı altında böldüler. Aydınlananlar açısından ‘karanlık’ ta kalmanın anlamı, kapitalistleşmemiş olmak, burjuva devrimlerini gerçekleştirememiş olmak, dolayısıyla özel mülkiyet ilişkileri ve sermaye birikim süreçlerinde Avrupa’ya paralel bir oluşum sergilememiş olmaktır. Aydınlanma’yı “aklın özgürleşmesi” şeklinde tanıtan propaganda, kapitalistleşmemiş toplumları zihni ve fikri olarak aşağılamanın, küçümsemenin propagandasıdır. Aydınlanma’nın özgürleştirdiği sözüm ona akıl, sonuçta insanlığın en akıl dışı (irrationel) ekonomik yaşantı birlikteliği olan kapitalizmi kutsayarak, kendi kendisini inkar etmiştir. Çünkü kapitalizm, özgürleşme ve aklın egemenliği değil, atom bombasının icadı, tabiatın ve insan ruhunun tüketimi sonucunu veriyor. Bu durum akıl dışıdır. Ama biz tam da bunun tersine inandırılmışız. Aydınlanmış akıl 21. yüzyılda Batı’dan Doğu’ya Haçlı seferleri yapıyor. Hadi buyur bakalım.

M.S.G. : Mehmet Âkif’in ‘tek dişi kalmış canavar olarak’ nitelediği Batı Medeniyeti’nin üstünlük iddiasına dayanak oluşturan olgu ya da olgular nelerdir? Bizim buna karşı kullanabileceğimiz bir dayanağımız neden yok? Var da biz mi göremiyoruz?

O.TAFTALI: Akif’in öngörüsü tartışmasız bir hakikattır. Sayısı belirsiz paylaşım savaşlarının zorladığı sanayi devriminin oyuncakları, bizim gibi saf toplumları kandırmak ve Batı aklına inandırmak için birer ispat olarak kullanılıyor. Batı kendi vitrinini bu parlak tüketim unsurlarıyla bezeyerek, yıllarca gözlerimizi boyadı. Otomobiller, bilgisayarlar, cep telefonları, uzaya araç göndermeler, vs. ipte oynayan cambaz gibi bizi şaşkınlığa uğratırken, birileri maddi ve manevi olarak bizi soyup soğana çevirdi, haberimiz yok. Beri yandan, demokrasi, insan hakları, özgürlük vs. yalanlarıyla kandırılmaya devam ediyoruz. Batı demokrasisi bombalamadan, katliam yapmadan özgürlük(!) götürmeyi beceremiyor. Hitler Doğu Avrupa ülkelerine saldırdığı zaman “özgürleştirme” deyimini kullanıyordu. Polonyalıları, Çekleri vs. özgürleştirmişti Hitler. Aradan yetmiş sene geçti Batı hâlâ dünyayı “özgürleştirmekten” bıkmadı. Fakat garip olan şu ki, bombalı, katliamlı bir özgürleştirme, dünyada ve işgal edilen ülkelerde bile taraftar bulabilmektedir. Evrensel yalan ve ‘fitne’nin gücünü küçümsememek gerekiyor. ‘Fitne’ye karşı bizim aynı şekilde karşılık vermemiz mümkün değil. Medeniyet farkı burada ortaya çıkıyor. “Tüfek icat oldu mertlik bozuldu” deyişi, istilâcı atalarımızın veya Köroğlu gibi efsane isyancılarımızın bile, fitne karşısında çaresiz kaldığını ifade eder. Fitne kendi kendisini bitirecektir, kapitalizm kendi kendisini yok edecektir. Burada sadece kendimizi ve sevdiklerimizi ruh ve fizik olarak muhafaza etmeye çalışacağız. Sabır en büyük erdemimiz ve silahımızdır.

M.S.G. : İstiklâl Savaşı sizce yurdumuz insanına neyi hatırlatmalıdır? İstiklal Savaşı’nda kalkan başlar şimdi neredeler?

O.TAFTALI : İstiklâl Savaşı, tarihte bir kaç kez bozulan ‘Anadolu Birliği’nin 20. yüzyılda yeniden kurulmasıdır. Şimdi bu birlik, yeniden bozulmak tehdidiyle karşı karşıya. Eğer biz bu topraklarda yaşayacaksak birliği muhafaza etmek zorundayız. Bu bir varoluş meselesidir. Birlik yoksa biz de yokuz. Yani emperyalizm Türkler’i burada yaşatmazsa, Kürtler’i, vd. niye yaşatsın? ABD’ye AB’ ye güvenmenin sonu herkes için hüsrandır. Türkler burada bir ayrıcalık oluşturmuyor. İstiklâl Savaşı varoluş sınırında verilmiştir. Dolayısıyla, İstiklâl Savaşı’nda kalkan başlar, varoluş sınırında yine kalkar, bundan kuşku duymuyorum. O başlar, şu an Anadolu’nun her yerinde. Fakat henüz sınır durumda değiliz. Genel gidişat iç açıcı olmasa dahi, fırınlardan ekmek çıktıkça, kendi muhtarlarımız ilmühaber tanzim ettikçe varoluş sınırında olduğumuz söylenemez.

M.S.G. : Sürekli bahsetttiğiniz hatta yeni kitaplarınızda daha da yoğunlaştığınız “Yerli Düşünce” hangi kaynaktan beslenmelidir bu düşünceyi gerçek anlamda karşılayacak potansiyeli nerede görmektesiniz? Eğer bu kaynak tarihimizde saklı ise, bizlerin tarihin sonunu geldiğini vurgulayan batıya vereceği cevap nasıl olmalıdır?

O.TAFTALI: „Yerli düşünce“nin kaynağı tarihimizdir. Mübarek dedelerimizin, ninelerimizin dünya malını küçümseyen ahlakıdır. Ancak yerli düşüncenin oluşumu, Batı aklının öngördüğü didaktik „bilimsel“ bir süreç olmamalıdır. „Yeri düşünce“ den Batı’ya paralel bir Doğu düşüncesi beklememek gerekir. Batılı akıl bunu, sezgisel ve metafizik bir süreç olarak tanımlayabilir. Yazı ve metin önemlidir. Ancak bizde söz ve efsane de önemlidir. Batı aklı bunu anlamaz. Batı aklı, Erzurumda bir çobanın, koynunda sakladığı ‚bir topak kaya tuzu’nun kıymet ve anlamını bilmez. Şimdilerde biz de anlamakta güçlük çekiyoruz. Batı bizi kendisine benzetmiş ve insani yeteneklerimizi daraltmıştır. Kıymet ve kadir duygumuz körelmiştir. Küçülmüşüzdür. Öncelikle batılı şartlandırmaları teşhis ve teşhir ederek işe başlamak gerekiyor. Sezgimizi, eğer önemliyse aklımızı Batı standart ve kategorilerinden bağımsız, hür kılmak zorundayız. Düşünce özgürlüğümüz Batı’yı bilmekten ve fakat onun etkisini kırmaktan geçiyor. Dünyayı kendi mülkü olarak gören Batı’ya vereceğimiz cevap: işte o çobanın binbir özen ve kıymet göstererek koynunda sakladığı ve büyük bir kanaat hazzıyla, idareli biçimde azığına katık ettiği ‚bir topak tuz’da gizlidir. Batı aklı; bilimi, tarihin bittiğine hükmedebilir. Ama bu cevap bilimin değil, ahlakın ve tabiatın cevabıdır. Aslolan budur.

M.S.G. : Sizce Dünya neyini yitirdi? Doğu’dan yükselen ışığını mı, Batı’da batması gereken güneşini mi?

O.TAFTALI : Bence dünya kapitalizmle birlikte ısısını yitirdi, hızla soğuma başladı. Soğuma aynı zamanda yalnızlaşma demektir. Isınmak için birbirine sokulmak birlik olmak gerekiyor. Dünyanın kapitalist Batı medeniyeti tarafından soğutulması, Doğu ve Güney’in ısısını, ışığını etkisiz kılma çabasını içeriyor. Kapitalizmin kitle ruhu; toplum ruhu yoktur. Kitle salt tüketici hedeflerine yönlendirilmiş bir güruhtur. O kadar. Kapitalizmde, yalıtılmış birey ruhu esasdır ve bu yalıtım dolayısıyla birey soğumuş, donmuştur adeta. Batı’nın söyleminde „kişi hak ve özgürlükleri“, „insan hakları“ vs. bu donma sürecinin sigorta edilmesi çabasıdır. Hayat sigortası gibi saçma ve tabiata yabancı bir durumdur bu.

M.S.G. : İmmanuel Kant’ın ‘Kendi aklına hizmet etmek için cesur ol’ sözünü ele alacak olursak bu aklın son hali ve dünyaya etkileri nelerdir sizce?

O.TAFTALI: Evet öyledir. Kant’ın aklı; dolayısıyla Aydınlanma’nın aklı „kendi kendisine hizmet eden“ bir akıldır. Kapitalizmin aklıdır bu. Kendisinden başka kimseye hizmet etmez. Oysa akıl, eğer akıllıysa başkasının (başkası, ille de efendi, kral veya kilise olmak zorunda değildir) hizmetinde olmalıdır. Akıl, mazlumun hizmetindeyse akıldır. Öbür türlüsü iblis aklıdır ve bugün dünyada egemen olan, bu bencil ve kıyıcı akıldır. Güçlü ve yaratıcı olması, onun ahlaksızlığını mazur göstermemelidir. Kant bunu sezmiş ve aklı, yine akılcı bir ahlakla terbiye etmeye çalışmıştır. Ama bu, kasanın anahtarını hırsıza teslim etmeye benzer. Akıl kendi ahlakını kendisi koyamaz, koymamalıdır. Çünkü aklın, „akla uydurmak“ (rasyonalize etmek) gibi, kendi kendisini çelmeleyen bir yetisi vardır. Aklın ahlakını, inanç ve vicdan oluşturmalıdır. Vicdanı akılla tarif etmek, akılla bir vicdan kurgulamak mümkün değildir. İnanç, dini olmasın isterse, farketmez. Bugün Batı’dan bakıldığında ideolojik inanç dahi, onlar için iyidir, yeterlidir. Bugün Batı’da bir Che Guevara inancı olsa, o inancın ahlakı yaygın olsa, başta Batı olmak üzere dünya nefes alır.

M.S.G. : Batı da sizin de gözlemlediğiniz üzre felsefi bir kültürün etkilerini toplumun her kesimine dağılmış olarak görürüz hatta o kadar keskindir ki bu, oluşturduğu sistem sokaklardaki kaldırımlardan şatoların bahçelerine değin kendisini gösterir. Kendi sınırları içerisinde çok güçlü olan bu kültür, taşarak doğuyu etkilemiş midir ya da kendini aşarak doğuyu sefil bir hale mi sokmuştur?

O.TAFTALI : Batı kültür ve felsefesi, özellikle Aydınlanma sonrası bütün dünyayı kendisine benzetmeye çalışmıştır. Bu, sermayenin bütün dünyayı fethetme eğilimiyle ilişkilidir. Doğu’yu da bir yere kadar etkilemiş ve bozulmaya, belli ölçüde kozmopolit kişiliksizleşmeye yol açmıştır. Ancak Batı aklı, Doğu’ya tam tamına egemen olamadığı için, bunu yüzyıllardır silah zoruyla pekiştirmeye çalışıyor. Batı açısından burada derin bir muamma vardır.

M.S.G. : Hegel’de rastladığımız ‘Geist der Zeit’ yani ‘Çağın Ruhu’ kavramını nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce gerçekten çağın bireye telkin ettikleri bir ölümlülüğü yani gelip geçiciliği mi barındırıyor yoksa ölümsüzlüğü mü? Çağın ruhu mu ? Çağın bedeni mi?

O.TAFTALI : Toplumların hayatını, zaman dilimlerine bölerek anlamlandırmaya çalışmak, kategorik, tasnifçi ve tefrikçi Batı aklının buluşudur. Buradan ilerleme fikri doğmuştur. Tarih hep iyiye, güzele, daha gelişmiş olana doğru ilerlemektedir kanaati, tarihi dilimlere ayırmanın bir sonucudur. İlerleme fikri uyarınca, her yeni tarih dilimi, bir önceki dilimin ölümü sonucu oluşmakta. Peki tarihin devamlı iyiye ve mükemmele yol alması hükmünü ve dilimlerin doğum ve ölüm hükmünü hangi irade veriyor? Hegel’ göre ‚özgürlük ide’si tarihin nihayi amacı olarak bunu zorunlu kılar. Hegel burada noktayı koyuyor. Marks’a göre özgürlük, tarihte üretici güçlerin gelişimi sonucu sınıf savaşları yoluyla ulaşılacak bir hedeftir. Bu Batı aklı açısından „bilimsel“ ve dolayısıyla güvenilir bir tariftir. Hegel çağın ruhunu esas alırken, Marks bedenini esas almıştır. Batı’nın akıl sistematiği içinde bunlar çok tutarlı görüşlerdir. Ancak biz buradaki zorunluluğu ve aklın her şeyi bu denli kolay tarif edebilmesini anlamıyoruz. Tarifte bu kadar kolay olan, tarih, özgürlük, adalet, ilerleme, vb. kavramlar, uygulamada imkansızlık duvarlarına çarpıyorlar. Öyleyse tariflerde ve veya bu tarifi yapan akılda bir kusur var. Belki adaleti, özgürlüğü tarif etmek bile başlı başına bir kusur. Bunların sezilmesi ve yaşanması gerekiyor belki. Ama bunun için başka bir akla ihtiyaç var. Batı aklı burada güdük kaldı maalesef.
M.S.G. : Yeri gelmişken bir kaç kavram var üzerinde durmak istiyorum. Bunlar bugüne kadar bu toprakların insanlarına hep bir karmaşa içinde sunuldu. Kastettiğim kavramlar; Globalizm, Emperyalizm, Küreselleşme, Demokrasi ve bunlara benzer kavramlar. İnsanlarımıza gerçekten bu kavramlar yeteri kadar açıklanabildiler mi? Ya da bir kavram çerçevemiz var mı? ‘Yerli Düşünce’ bunun üstesinden nasıl gelecek?

O.TAFTALI : Batı aklının kategori ve sistematiği içinde kaldığımız sürece, bu kavramları olumlayan veya yeren biçimlerde açıklamak mümkündür. Batı’da da bu kavramları ve uygulamalarını eleştiren geniş çevreler var. Bu alternatif ve eleştirel çevreler ortalama 18-35 yaş arası bir nüfusu oluşturuyor. Ancak Batı aklı buna hazırlıklı ve tedbirlidir. Anılan yaş dilimini geçince, Batı kendi muhaliflerini büyük ölçüde kendisine katar, onları içselleştirir. Sayısız örneğini gördük. Dolayısıyla bu kavramları eleştirmek değil, onların dışına çıkmak, onlardan bağımsız düşünmek gerekiyor. Batı aklının içinden o aklı eleştiremezsiniz. Bu kavramların içinden sezgi, ilim, irfan, hikmet, ahlak ve bilgelikle sıyrılıp çıkmak gerekir. Yerli düşünce’de bu imkanlar sezgi olarak mevcuttur. Ona dönmemiz, onu yeniden keşfetmemiz gerekiyor. Batılı kavramların birebir alternatiflerini aramak, Batı’ya karşı, paralel ikinci bir Batı oluşturma çabası da yanlıştır. Başka bir akıl biçiminden söz ediyorum. Tek bir kişinin işi değil bu, bunu hep birlikte keşfedeceğiz. İmece bizimdir.

M.S.G. : “Uluslar kapitalizmin şafağında doğarlar” diyen Karl Marks’ı, Amerika haksız çıkarmıyor mu sizce? Biliyorsunuz Amerika artık Afganistan, Irak gibi ulusları 11 Eylül’ün şafağında yeniden dünyaya sunuyor. 11 Eylül bir simge mi ? Yeni bir strateji mi?
O.TAFTALI: Marks’ın tanımıyla ne Afganistan, ne Irak ne de diğerleri asla ulus olmamışlardır. Olmaları da gerekmiyordu. Beyaz adam ayak basana kadar bu insanlar kendi düğün ve bayramlarını, kendi kan davalarını, kendi hastalıklarını yaşıyorlardı. Kendi sevinçlerini kendileri yaşar, kendi dertlerine kendileri çare olabilir veya olmayabilirlerdi. Kendi despotlarını, şeyhlerini, ağalarını alaşağı eder veya edemez acısını çekerlerdi. Ama burada „kendi“ sözü anahtardır. Kimsenin bir başkasına „özgürlük“ adına dahi olsa, dayatmada bulunmasını kabul edemeyiz. Kendisini ileri, gelişmiş, demokrat, özgür, vs. olarak tanımlayanlar, kendi kendilerine yaptıkları tanımlardan aldıkları sözde meşruiyetle, başkasına çeki düzen veremezler. Kaldı ki, kendilerine atfettikleri olumlu tanımların hepsi, bomba, kurşun ve katliam olarak tecelli etmiştir. Buna nasıl inanalım. 11 Eylül, bu kendin pişir, kendin ye, kendi meşruiyetini, kendin oluştur zihniyetinin bir uygulamasıdır. Batı tarihinde örnekleri çoktur. Hitler, Alman parlamentosunu kendisi yaktırarak, bu uygulamayı modern zamanlara taşımıştır.

M.S.G. : Peki, öyleyse küreselleştirerek -güya- özgürleştiren, her ülkenin demokrasi bekçisi Amerika’nın daha doğrusu ‘Çağdaş Küresel Medeniyet’in; bu canavarın, ‘Küre’ deki yeri gerçekte neresidir, neresi olmalıdır?

O.TAFTALI : ABD kendi içine kapanmalıdır. Eli mecbur kapanacaktır da. Bugünden yarına olacak bir iş değildir bu. Henüz kan barometresi dolmamıştır. Henüz sınır durumda değildir ABD. Ama kapitalist büyüme ve Pazar için kitlesel üretim, sonlu bir süreçtir. ABD’nin ömrü senden benden uzun olsa da, bir zeytin ağacından daha uzun olamaz. Sonra, Amerikalılar da çok acı çekecekler, çekiyorlar da, bunun başka yolu yok. Sonuçta onlar da bulundukları yerde buldukları kadarıyla yaşamasını öğrenecekler. Alçak gönüllülük sadece bir erdem değil, bir mecburiyettir aynı zamanda. O zaman şimdi sıkıntısını çektikleri obezite sorunu da ortadan kalkacak. Daha mutlu olacaklar. Ancak o güne kadar, kendi oligarşileri, bizilere sınır durumlarda çektirdiği acıları, onlara da çektirecektir. Kendi akılları kapsamında: ödedikleri vergilerin sağlık, eğitim harcamaları yerine, niçin Irak’a ve öteki mazlumlara bomba olarak yağdığını inat ve kararlılıkla sormadıkları sürece, acıları devam edecektir. Vergisini vermek ve hesabını sormakla her fırsatta övünen Batı aklı için, güzel bir sınavdır bu. Özgürlük, güvence, adalet, insan hakları, demokrasi, Hıristiyanlık erdemleri, vb. gibi, kendi akıllarının türettiği ilkele ve kavramları sorgulamaları için de bir fırsattır.

M.S.G. : Son olarak soracağım soru şu: İstiklâl Savaşı ile emperyalizme meydan okumuş bu milletin tekrardan meydan okuyacak bir gücü var mı? İsmet Özel’in; ‘Türk Milleti’nin ;’Küre’nin sala bindirilip sele yuvarlanmasına karşı durabilecek tek millet olma iddiasını nasıl değerlendiriyorsunuz ? Türklerin bu küredeki yeri , tavrı sizce nasıl olmalıdır?

O.TAFTALI : İsmet Özel’in söylediği doğrular, kendisinin bilinen tavrı sayesinde etkisizleşiyor, yaptırım gücünü yitiriyor. Türkler tarih boyunca varoluş sınavlarını başarıyla geçmiş bir kavimdir. Mazlumdan yana olma ahlakı, yurt sevgisi, birlik tutkusu çok güçlüdür Türklerde. Bilimsel sosyolojik vs. nedenini bilmiyorum. Bu bir övünç meselesi midir, değil midir, onu da bilmem ama, bu böyle, seziyorum. Batı ülkelerinde yaşayan gurbetçilerimize bakın. Ne Yugoslavlar’da, ne Araplar’da, ne de öteki göçmen gruplarda görülmedik bir teşkilatlılık, bağlılık ve „kendi olma“ tutkusu göze çarpıyor. Kırk yıldır böyle. Bugün neredeyse dördüncü kuşak ortaya çıktı, hâlâ değişmediler, asimile olmadılar. Olacakları da yok. İşte Batı bunu analayamıyor. Bugün Batı’da „yabancılar sorunu“ yoktur. Türk sorunu vardır. Bu adamların, nasıl olup da hâlâ benliklerini teslim etmediğine „bilim“ cevap bulamıyor. Çekler daha ilk kuşakta, Yugoslavlar ikinci kuşakta, Araplar ve Hintliler en geç üçüncü kuşakta asimile oluken, Türkler ve Çinliler asla asimile olmuyorlar. Ancak Çinliler ortada gözükmeyen göze batmayan bir tavır sergilerken, Türkler her taşın altından, her sokağın köşesinden pervasızca çıkıveriyorlar. Türkler tuhaftır, eğlenceli insanlardır, çocuksu ve saftırlar, iyilik severdirler, kolay kandırılırlar, amma kıyıcıdırlar. Herkes kadar korkaktırlar, lakin „gözü dönme“ sınırları herkesten daha hassasdır. Otoriteye boyun eğerler, kanundan korkarlar, ama Türkler kadar mahpus yatan, boynu vurulan da yoktur. Onlar, dünya kavimler ailesinin parlak bir rengidir. Türkler modern zamanların ilk anti emperyalist kurtuluş savaşını vermiş olmaları itibarıyla, İsmet Özel’in dediği gibi, dünya ve insanlık ailesi için bir şans olsalar da, kendileri şansızdırlar. Kürt gibi, Boşnak, Çerkez, Tatar gibi, biz gibidir Türkler.

M.S.G. : Bu güzel hasbihal için çok teşekkür ederim. Umarım verimli olur.

O.TAFTALI : Mehmet Sabri kardeşim, ben de çok teşekkür ediyorum, sağolasın.

*Bu hasbihal 2004 yılında gerçekleşmiştir.