15 Nisan 2005 tarihinde İngiltere’de yayınlanan The Daily Telegraph gazetesi, Danimarka Kraliçesi II.Margrethe’nin „İslam’a karşı muhalifliğimizi göstermek zorundayız.“ cümlesini pervasızca söylenmiş bir cümleden öte Müslümanları kızdıracak bir misilleme olduğunu yazmıştı. Bu habere sebep mevzû, o günlerde Danimarka Kraliçesi II.Margrethe’nin doğum günü sebebiyle yayımlanmış olan ve sadece resmi biyografisinin değil aynı zamanda ülkesinin politikalarıyla ilgili düşüncelerinin de yer aldığı bir kitap idi. Kraliçe’nin ülke politikası üzerinde pek fazla bir etkisi olmasa da ara ara ülkenin politik kararlarıyla ilgili yorumlar yaptığı bilinmekteydi. Fakat özellikle ülkedeki yabancılar ve de Müslümanlar hakkında söyledikleri şaşırtıcıydı. Günümüzde İslam tarafından hem kısmî hem de küresel olarak ortadan kaldırılmaya çalışıldıklarından dem vuruyor ve bu ortadan kaldırma bahsinin ciddiye alınması gerektiğini söylüyordu. Yıllarca Müslümanlar’a karşı hoşgörülü ve hesapsız davranıldığını ve artık bunun bir son bulması gerektiğini de ekliyordu. Bu demecin üstünden çok geçmeden yani yaklaşık beş ay sonra farklı karikatüristlerden oluşan bir teşkîlât belki de Danimarka Kraliçesi II. Margrethe’nin bu demecini sırtına yastık yapıp 12 farklı çizgiyle, Kraliçe’nin ağzından çıkanları kendince tefsir etmişti. Danimarka Kraliçesi’nin bahsi geçen beyânatı Kuzey Avrupa’nın liberal tilkisinin kendisine yeni „kümes“ arayışının habercisiydi. Yani rahmetli Cemil Meriç’in (1916-1987) „Liberalizmin hürriyeti hür bir kümeste bir tilki hürriyeti“ ifadesi böylece gerçekleşmiş oldu. Dolayısıyla liberalizmin bir „özgürlük felsefesi“ olduğunu iddia ederken bu özgürlüğün sınırlarını da kimlerin belirlediğini bu olay bizlere göstermiş oldu.
Şimdi, İslam’a çizgi çekme teşebbüsünün derinlerine inerek liberalizmin oluşturmaya çalıştığı hür bir kümesi daha da iyi tetkik edelim. Başta Danimarka, Rusya, Almanya ve Türkiye olmak üzere bir çok ülkede faaliyet gösteren ve kendisini „The Institute for the Secularisation of Islamic Society (ISIS)“ (İslam Toplumlarının Sekülerleştirilmesi Enstitüsü) olarak tanıtan bir teşkilat, „Müslüman toplumların, inanç, yasa ve törelerini eleştiriye tutmaktan kaçınmaları, bireysel haklara saygı göstermemeleri, değişik bakış açılarına yer vermemeleri, ve yapıcı diyalogdan uzak durmaları dolayısıyla geri kalmış olduklarından, böyle bir kuruluşu oluşturmayı amaçladıklarını belirtiyorlar. Ve bu enstitünün; ifade özgürlüğü, düşünce ve inanç özgürlüğü, ve bilimsel araştırma özgürlüğünün önünü açmak yolunda çalıştığını, bu özgürlüğün kişilerin din ve inançlarını değiştirme, ve dinden uzak kalma -herhangi bir Tanrı’ya inanmama- özgürlüklerini de içerdiğini amaçlarında belirtmektedirler. İlk bakışta kim olarak ne yaptıklarını ve hangi çıkar için ne yapmaya çalıştıklarını anlamak için insan beynini yormayan bu cemiyetin tipik demagojik amaçları, âmiyâne bir şekilde bir kaç farklı lisanda ifade edilmiştir. Şimdi kendi içinde tutarsız bu ve benzeri cemiyetlerin amaçlarıyla gerek o zamanlar Müslüman toplumları ayağa kaldıran 12 karikatürün içerikleri ve gerekse Papa 16. Benedikt’in sahip olduğu düşünceler birbirleriyle örtüşmektedir. Karikatürleri yayımlayan Jyllands-Posten gazetesinin kültür editörü, karikatürlerin yayımlandığı sayfada yer alan yazısında aynen şunları belirtmişti: “Bazı Müslümanlar tarafından modern, seküler toplum reddedilmektedir. Onlar özel bir konum talep etmekte ve kendi dînî hisleriyle özel bir konuma sahip olmak için ısrar etmektedirler. Halbuki bu, modern demokrasi ve ifade özgürlüğüne terstir..”.
Bu üzücü hâdiselerin ardından yaklaşık bir yıl sonra (Yani karikatürlerin yayımlandığı tarih olan 30 Eylül 2005 tarihinden sonra) Papa 16. Benedikt, Bayern Eyaleti’ni ziyaretinde 250 Bin kişiye hitaben yaptığı konuşmasında; “Dünya’nın ve Hıristiyanlar’ın Tanrı’ya ihtiyacı olduğunu, Tanrı’nın onları tekrar duyması talebini” beyan etti. Avrupa’da yayımlanan birçok gazetenin, bu beyanı özellikle 11 Eylül’de manşetten vermesi de dikkat çekiciydi. 11 Eylül’de, Avusturya’da yayımlanan Salzburger Nachrichten Gazetesi’nin haberinde ise; Papa’nın bu ziyaretinde Almanya’da yaşayan Müslümanların integrasyonu hususunda Alman yetkilileri ihtar etmesinin beklendiğini ve kiliselerin birliğinin güçlenmesi için Papa’nın isteklerinin teyit edilmesini istediğini yazdı. Aynı gazete 16/17 Eylül tarihli haftasonu yayınında bu kez de Josef Bruckmoser imzalı ‘Akılsız Din’ (Unvernünftige Religion) başlıklı bir yazıya yer vererek Papa’nın yanlış anlaşıldığını ve Müslümanların karikatür hâdisesinde olduğu gibi yine keskin ve sert tepkiler gösterdiğini yazdı. Yanlış anlaşılma hususunda sığınılan tek bahane ise sarfedilen ve Müslümanlar tarafından yanlış anlaşılan sözlerin Papa’ya ait olmadığını zira Bizans İmparatoru Manuel İkinci Palaeologos’a ait, tarihte kendine yer edinmiş bir konuşma olduğu. Bu konuşmada tabiiki Papa 16. Benedikt doğrudan aynı sözleri sarfedemezdi. Hitabını bir örnekle temellendirerek, düşüncelerini dinler arası, özellikle de İslam Dünyası’yla diyalog mevzusuyla ilişkilendirmek istiyordu. Nitekim, Papa 16. Benedikt, temelde akıl ve din konusuyla ilgili düşüncelerini; „Sizler her yerde terör estiriyorsunuz, cihad adı altında savaşa sebebiyet veriyorsunuz gelin bunu yapmayın, barış içinde yaşayalım“ demeye getirerek ve tarihten devşirdiği hikâyelere bürüyerek açığa vurdu.
Hem Danimarka Kraliçesi’nin düşünceleri, hem karikatürlerden yansımış olan öfke ve son olarak da Papa 16. Benedikt’in retoriği, topyekûn insanlığa hükmetmek isteyen yalancı ve kırmızı kurdeleli köle bir medeniyetin zihniyetidir. Esas amaç tarihte belki de hiç eşine rastlanmayan gününü gün eden kâr nirvanasına ulaşmak için kendine yeni ibadet mekânları yaratan „homo economicus“u gizlemektir. Çünkü „homo economicus“un ve aynı zamanda özgürlüğü tamamen sınırsız olarak algılayan din dışı beşerin yani „Utanmaz Adam“ın (homo impudens) tek bilkuvve rakibi haddini bilen ümidin insanı ve „Hakk“tan yana olan mümindir. Amaç, utanmaz olan adamın ve zekâsı ürkütücü derecede ekonomik işleyen yavan beşerlerin yerini sağlamlaştırmaktır. Haddizâtında bu amacı gerçekleştirmek için hür sermayeci güçler, savaş sanatlarını modernleştirme yolunu seçmişlerdir. Artık ne Yüce Ruh Gandi’nin sivil direnişi ne de kadim savaş geleneğinin itibarlı bir yansıması vardır. Tüm bunların yerine kültür varlığı olarak insanı harap eden, modern savaş sanatının yeni oyuncağı olan medyanın, saçma aromalı mermileri vardır. Bir merminin özgürlüğünden bahsetmekse akla ziyandır. Tüm sınırları ortadan kaldırmakla yükümlü, insanı insana düşman eden „Din-Dışı Çağdaş Küresel Medeniyet“ dehşetengiz zekâsını kullanarak, evvela aromalı mermiler üretmiş ve bu mermileriyse yamyamlara pazarlamıştır. Öyleyse kıyamet yakındır.
Hür sermâyeci düzen kendine her koldan hür (!) insanlar yetiştirmektedir. Bu hür (!) insanlar; kibirli, sınır tanımaz, kendi ayakları üzerinde durarak bencilliğini garanti altına alan, ukalâ, dirimsel yaşayan beşerlerdir. Bu sermayenin aktörleri, karşı tarafın masum insanlarını avlamak için aromalı soyut mermiler kullanmaktadırlar. Modernizmin soyut mermileri; „Özgürlük“, „Modern“, „Seküler“, „Din“ gibi kavramlarda ve „İslam“, „Cihad“, „Terörizm“ gibi mevzularda kendini açığa vurmaktadır. Medya aklıaşkın mevzûlarla mücadele edebilen bir silah olarak algılanıyorsa mermilere sınır tâyin etmek boşunadır. Zira bu mermiler nasıl olsa saçmalığa odaklanacaktır.
Şimdi madem ki karşımızda sınır tanımayan, haddini bilmeyen bir medeniyet var, öyleyse nasıl zırhlanacağız? Zırh bilgiyle mümkündür. Bilgi güç demektir. Şimdi eğer birileri bu olanları protesto etmek istiyorsa öncelikle kendine şu soruyu sormalıdır: Müslümanlar müslüman olmayan topluluklara kendi peygâmberlerini lâyıkıyle anlatabildiler mi? Hatta bizzat kendileri, Peygâmberlerini anlayabildi mi? „..Utanmadıktan sonra istediğini yap! “ diyen bir Peygâmber’in dilinden dökülmüş her sözü kendisine katık yapabildi mi? Aslında bu hâdiseler birer ayna olmalıdırlar. Gerek geçtiğimiz yıl yayımlanan ve geç yankı bulan karikatür vak’ası gerekse diğer hâdiseler bilinçli bir stratejinin devamıdır. Bunu bizzat kendileri ifade etmektedirler. Bu vak’alar Müslümanları kışkırtmak için sunulmuş nefret kokan çiçek demetleridir. Bu savaş sanatı şimdilik moderndir. Bu yamyamlar, aromalı mermilerle vurdukları insanların tadlarını çıkarmaya koyulmuşlardır. Yakında bu türden vakıaların vucüduna „post“ eklenip „postmodern“ olarak karşımıza çıkarılması muhtemeldir. Dolayısıyla Müslümanların ya da en azından kafirin karşısında olan insanların, bu karşıda olma durumlarını akıldan muaf duygusallıkla değil zira duygudan arınmış akılla gerçekleştirmeleri gereklidir. Zira iddia edilenlerin aksine bizler, „Hiç akletmez misiniz!“ buyruğuna defalarca muhatâb olmuş ve de olan insanlarız. Öyleyse utanmazlıklardan ve trajik beşerlerden arınmış hâlis bir dünya inşâ etmek için, tek dişi kalmış canavarın son dişini sökmek ve modern utanmaz dünyanın „modern“ini ve „post“unu yüzmek için akletmemiz zarûrîdir.
Mehmet Sabri Genç
Gerçek Hayat Dergisi – 29 Eylül 2006 Sayı 310