“Ne olacak bu memleketin hali?” diye hep merak ediyorduk, biraz uzun sürdü ama sonunda öğrendik. Bu ülkede yeni toplumun tüketim kültüründen, manyetik hava kirliliğinden ve tüketilen besinlerin, içilen suyun, solunan havanın kontrol edilmemesinden ötürü her yıl 140 Bin kişi kanserden ölüyor. Bu rakama doğrudan kanserden ölenlerin sayısı yani kanser olup da başka sebeplerden ötürü ölenlerin sayısı dâhil değil. Bu rakam, 6 Nisan 1945 tarihinde Amerika tarafından Japonya’nın Hiroşima kentine atılan atom bombası sonucu bir yılda ölen kişi sayısıyla aynı. Yani ülkemize her yıl atom bombası atılıyor ancak umurumuzda değil. Kanseri önlemek için kanser araştırmalarına, onkoloji hastanelerine yapacağımız yatırımı, futbol kulübü olmayan yerlere dahi büyük futbol arenaları yaparak bertaraf ediyoruz. Herkes hastalık konuşuyor. Bir sürü özel hastane açılıyor. Sabah kapımızı açtığımızda market reklamları gibi hastane reklamlarıyla karşılaşıyoruz. Yeni market açıldığında tüketim kültürünü körüklersiniz. Ya yeni hastaneler açıldığında? Tabii ki her an hastalanabilme korkusunu insanların bilinçaltına yerleştirirsiniz. Televizyondaki sağlık programlarının bundan başa bir amacı yoktur. Her an hastalanabilirsiniz korkusu yaymak… Korkan insan ellerini kaldırır, teslim olur çünkü. Hastalanmayacağı varsa da hastalanır. Vaktiniz varsa hastane koridorlarını, acillerini gidip görün. Kalabalık hasta insanların mutsuzluğunu bir okuyun.
Bu ülkede, İstanbul’da makine teçhizatını kurup bildiğiniz gerçek çay paketleriyle orijinal görünümlü ve paketli talaşla karışık sahte çay satanları gördük. Adana’da eski şampuan kutularını yenileyip yağlı boyadan şampuan yapıp satanları gördük. Hazır kıymaya sakatat, deri vs. karıştıranları gördük. Sahte kitap ve CD yapıp satanları gördük. En dehşeti de sahte kanser ilaçları satanları gördük, hem de matbaalarda basılmış orijinalinden ayırt edemeyeceğiniz kutularında; bağırsak, göğüs, akciğer kanserine karşı yapılmış sahte ilaçları… Ne demiştik, her yıl ülkemizde doğrudan kanserden ölen kişi sayısı 140 Bin yani Hiroşima’da atom bombasından bir yılda ölen kişi sayısıyla aynı… Kanser hastasını sahte ilaçlarla öldürmek bir yana bir de onu ve yakınlarını maddi olarak sömürüp cebini dolduruyorsun… Sahte çay, sahte et, sahte gıdalar ve sahte şampuandan kansere yakalanan birinin sahte kanser ilaçlarıyla öldüğünü düşünün… Bunların hepsi çok ciddi bir ahlak sorunuyla karşı karşıya kaldığımızın göstergesidir. Ne mobeseler, ne gizli kameralar ne üniversiteler ne de dinimsi programlar bu sorunu aşabilir. Sorun bireyin zihninin, vicdanının yerle bir edilmesi ve yerle bir olmuş bireye liyakat bahşetme sorunudur.
Bu ülkede artık trafik kazalarından 20 kişinin, 10 kişin ölümünün bir haber değeri yok. Kazadaki ihmallerin araştırılması silik ve güvensiz ki yıllardan beri kazalar sona ermedi. Hiçbir çukur o çukura birisi düşüp ölmeden kapatılmıyordu. Muhakkak birileri ölmeliydi ki orada bir çukurun varlığından haberdar olabilelim. Artık çukura birisinin düşmesi dahi o çukurun kapatılmasına yetmiyor. Akıl almaz bir vurdumduymazlık, liyakatsizlik almış başını gidiyor.
Ülkeden öte, bizler Gaziantep’te kavaklık ormanının ortasına AVM yapılırken direnemedik. Hatta sosyal moda propagandalarla Antepliler buna çok sevindirildi. Şu anda toplam üç AVM’miz var. Biri binlerce ağacın olduğu, şehir merkezindeki eski fuar alanının üstüne yapıldı. Birçok yabancı firma geldi. Çok modern ve çağdaş bir şehir olduk! Eski Kelleci Pazarı yıkılıp yerine yapılan otoparka karşı çıkamadık. İlk çok partili seçimlerde, o dönemin malum partisi Gaziantep adliyesini ateşe verip seçim pusulalarıyla beraber Gaziantep arşivini yakarken de ses çıkaramadık. Bizler yoksulların çoğunlukta olduğu bu şehirde etrafı 5-8 metre duvarlarla örülü, kapıları güvenlikli, çevrenin yeraltı suyunu çekip kendine yapay bir Venedik ve zengin gettoları inşa edenlere de sesimizi çıkaramadık. Bunu şehre yapılmış büyük bir iyilik olarak ve hatta gelişmişlik olarak algıladık.
Gaziantep’te, Sultan Abdülmecit döneminde, 1885 yılında Halep Valisi Cemil Paşa’nın emriyle halktan alınan vergilerle inşa edilen, vergi veremeyen halkın inşaatında çalıştığı, çalışamayanların ise han bitimine kadar gelip dualar ettikleri Osmanlı mimarisinin de en güzel örneklerinden biri olan Şire Hanı’nın otel yapılmasını görmezden geldik, işitmedik, hakkında konuşmadık. 130 yıllık muhteşem bir pazar ve bina olan Şirehanı’nı önce yakıp sonra yenileyip otel yapmalarına karşı çıkamadık. Çocukluğumun geçtiği bu handa kasteller, çeşmeler, darabası olmayan dükkânlar vardı. Pazar esnafı sabah namazından sonra besmele ile işine başlar ve akşam ezanına kadar çalıştıktan sonra helalinden kazandıkları rızıklarını aileleriyle paylaşmak için evlerinin yolunu tutarlardı. Roma’da, Viyana’da, Paris’te, Tahran’da 500 yıllık pazar, han hâlâ pazardır. Kimse o pazarı yok edip yerine turistler konaklasın diye otel inşa etmez… Çünkü ne vicdanları ne de akılları buna izin verir. Bizler ayrıca eski sebze halini yıkıp yerine bankaların yapılmasını modernlik, gelişmişlik olarak algıladık. Bizler yine onlarca eski Antep evinin butik otel ya da fallara bakılan, kahve, çay içmenin çok pahalı olduğu ve sohbet etmenin mümkün olmadığı kafeler yapılmasına da direnemedik. Bizler yüzlerce avlulu evlerin yıkılıp Amerikan mutfaklı küçük toki evlerine dönüştürülmesine ya da stüdyo daire ilkelliğine ve rantına karşı da sesimizi çıkaramadık. Küçücük dairelere sıkıştırılmış insanların, “Amerikan mutfaklı evlerde yaptığımız yemekler evi kokutuyor!” dedikleri için yemek kültürlerinden uzaklaştırıp, onların her yere açılan hazır yemek restoranlarına bağımlı yapılmasına da ses çıkaramadık. Sonrasında buna da çare bulduk: Obeziteye karşı kamu spotları hazırladık. Her yere hastaneler açtık. Dünya çapında şöhret kazanmış mozaik müzesinin bir AVM müteahhidi tarafından yapıldığını da bilemedik. Televizyonların karşısına oturtulan insanlar evvela uyuşturuldu, akılları örtüldü sonra da kredi kartlarıyla sömürüldü. Sesimizi çıkaramadık. Daha bunun gibi onlarca şey hemen her şehirde yapıldı, yapılmaya devam edilecek. Tüketim toplumunda her şey tüketilir: İnsan, Din, Doğa, Sanat, Siyaset, Üniversite, Hukuk, Bilim, Mimarî Kültür, Aile, Kadın, Çocuk vs… Her şeyden evvel akıl tüketilir, yok edilir. Aklının örtülmesine, ötekileştirmeye direnen insanlar da başkaldırı için enerjisini harcayacaktır. Böyle bir toplumda tek tükenmeyen ve azalmayan şey tüketim kölelerinin sayısıdır. Mesele bizi var eden tüm değerlerin değiştirilerek yerinden, tâ kökünden sökülmesi meselesidir. Bu ülkenin hep en büyük meselesi buydu ancak bu sefer mayamız değiştirildi daha yüzeysel olan kültürümüz değil.
Alkolden daha beter olan, karantina altına alınamayan sosyal hastalıkları insanların beşerileştirilmesi için; yani salt yiyip, içip, yatan iradeleri ellerinden alınmış biyolojik bir varlık olmaları için yayan TV programlarını görmezden geldik. Müge Anlı, Seda Sayan, Acun Ilıcalı, Nihat Doğan, Hülya Avşar, İkbal Gürpınar, Yaşar Alptekin gibilerinin sabah saat 06.00 ile gece 22.00 arası TV’lere çıkmasının yasak olmaması yüzünden kafası kıyak bir güruh oluştu. Safsatayla, hödüklükle, bal reklamlarıyla, fal programlarıyla, abuk sabuk dizilerle mücehhez bir halk doğdu. Bir toplum için en mühim kişiler olan yetişmiş akademisyenler, hâkimler, hekimler, muallimler kafası kıyak olmuş halkın emrine amade tutuldu, şerefleri ve itibarları yok sayıldı. Çünkü tüm bu meslek sahiplerinin getireceği oy potansiyeli halkın oy potansiyelinden çok düşüktü. Mühim olan bu devletin kurumları ve itibarları değildi, oy idi. Kurumlar bu çürümeden, soysuzlaşmadan, çöküşten nasibini aldı. Hak hukuk dengesinin de sarsılmasıyla toplumsal varoluş sarsıldı ve devletin varoluşu tehlikeye girdi.
Erdemden, gerçek biçimselleştirilmiş ahlâktan yoksun aklının üstüne ölü toprağı atılmış şizofrenik nesilleri yaratanlar, bugün onları dibine kadar tüketiyorlar. Onların aklını açmadıkça, bu ülkede ne şiddet, ne tecavüz, ne cinayet, ne trafik kazaları, ne sağlık sorunları ve ne de diğer tüm suçlar azalır! Tam tersine artar! Güzel bir nesil zıvanadan çıkartılmış bir din ile aklı örtülüp tüketsin diye barışçıllaştırılan bir nesil değildir. Bu nesil ve aileleri kandırılırken, yapay bir cennette cehenneme itildiklerinin farkında değiller. Toplumun topyekûn cehenneme sürüklendiğinin farkında değiller. Günümüz toplumunun zihnî yapısı, karanlık Hıristiyan ortaçağının zihinsel yapısından beterdir. Medyanın da en büyük rolü uyuşturmaktır. Bu görevi yerine getirirken de her şeyi kullanır. En başta da dini kullanır. Zihin kontrolünün en keskin yolu dini kendi özünden uzaklaştırıp, ritüelleri tekrarlamaktır. Bu durum korku yayar. Korkan insan da teslim olur. Tüketime, afyon pazarlayanlara teslim olansa artık kul değildir, köledir!
Hukukun temeli ahlaktır. Ahlak yok olunca “Hakk”ın çoğulu olan “Hukuk” da yok olacaktır. Her yerde mobese kameralarının olması, apartmanlarda, okullarda, lokantalarda, caddelerde, hatta evlerde kamera olması bir ahlak sıkıntısının olduğunun bariz göstergesidir. Şahdamarımızdan daha yakın bir yerde bizi gözetleyen Hakk’ı unutmuşuz. “Vicdan”, Allah’ın sesi demektir. İçimizdeki sesi işitemeyince neye, kime itaat edeceğimizi unutmuşuz. Herkesin birbirini gözetlediği, fişlediği ve herkesin kendi çapında Tanrı’nın rolünü üstlenmeye çalıştığı bu toplum nereye gidiyor diye soruluyor mu bilmiyorum. İnsanlar çıldırmış durumda ve bu sanırım normal karşılanıyor. Akşam haberlerini izlerseniz insanların ne kadar yalnız bırakıldığını anlarsınız. Bu ülkede her şeyden evvel nereye bakarsanız bakın sözde ekonomik gelişmelerin sosyolojik boyutunun hiç düşünülmediğini anlarsınız. Bu toplum nereye gidiyor? Tünelin sonunda görünen ve karşıdan gelen trenin ışığına doğru sanırım tam hızla gidiyoruz.
Tüm bunların hesabı sorulur mu bilemem ama artık bu arsızlıklara ve cilalı ihanetlere dur demenin zamanı çoktan gelmiştir. Bir insan olarak, bir Müslüman olarak, bütün dinlerin mensupları olarak gelmiştir. Geciktiğimizde artık başımız gövdemizde olmayacak, dolayısıyla başımız bile sağ olmayacak…