10842005_10152865675320865_2951171816246241778_o

İlk deneme kitabı “Şey ve Tan”ı 2007 yılında yayınlayan Mehmet Sabri Genç, bir süre önce “Karekök Hayat” isimli ikinci deneme kitabıyla okurunu selamladı. Ülkemizin büyük değerlerinden Prof. Dr. Teoman Duralı‘nın öğrencisi olan Genç’le hem ilk ve son eserlerini hem de bir felsefecinin kalemi ve bakış açısıyla yorumlanan oldukça sarsıcı dünyasını konuştuk.
Şeytanı tek bir varlık olarak bilirken gördük ki “Şey” ve “Tan”dan oluşuyormuş. Bu durumda nasıl bir güçle ya da güçlerle karşı karşıyayız?
“Şey ve Tan” adlandırması bir dil oyunu. “Şey” kavramı felsefede mühim bir yer tutar. Yaratılmış olanın güneşin doğuşuyla beraber aydınlanmasını işlemeye çalışmıştım o denemede. Hatta şeytan bir volkanın o olağanüstü ateşine âşık oluyordu, ancak volkanın etrafı çamurdan diye kibir gösterip yaklaşmıyordu o denemede. İnsanoğlu da kendi mağarasından aydınlığa çıkamadığı takdirde; ellerini, ayaklarını ve boynunu zincirlemesi için şeytana sunar.
2008’de yayınlanan ilk kitabınız “Şey ve Tan”da insanın hastalıklı taraflarına ışık tutmuştunuz. Altı sene sonra “Karekök Hayat”la okurunuzu yeniden selamladınız. İnsan yine değişmemiş, yine karanlık taraflarının esiri. Hiç kurtulma şansı yok mu bu kasvetli ruhtan?
İnsanın sadece hastalıklı taraflarına ışık tutmak gibi bir çabam hiç olmadı. İki eserimde de diyalektik açıdan her tarafını ortaya koymaya çalıştım. İnsan değişmez. Karanlık tarafına meyli, aydınlık tarafına meylinden daha kolaydır. Küreselleşmeyle beraber de insanlar karanlık taraflarına daha çok meyleder oldular. Kasvetli olan ruhları değil ki kurtulsunlar. Allah onlara kendi ruhundan üflemiş. Âdem’e yani insana bu sebeple melekler secde etmiş. Akılları örtüldüğü sürece, üflenmiş ruhları da örtüktür, mühürlüdür. Aklı ve ruhu örtük olanların kötülükten kurtulma şansları hiç yoktur. Dünya nüfusu belki yedi milyara yaklaştı. Bu nefslerin sayısı. Kaçı insan ya da meleklerin secde edebileceği seviyede bunu ancak Allah bilir.
Felsefeci kimliğiniz, denemeleriniz için büyük bir zenginlik. Peki, sizce bu kimliğiniz insanı kavramada bir lütuf mu yoksa zaman zaman bir yüke mi dönüşüyor?

şey ve tan kapak
Ruhuna karşı körleşmişlerin dünyasında büyük bir yük, ruhuna şaşı bakanların dünyasında yaşamayı sürdürmek içinse aciz bir lütuf ya da umut.
Başka ve sanırım daha az bilinen bir yönünüz, şiir gücünüz. Özellikle “Karekök Hayat”ta her yazının sonunda bir vecd hali gibi coşkulu bir dil çıkıyor ortaya. Şiirle ilişkiniz nedir?
Şiirle ilişkimin ne olduğunu bilmiyorum. Şuurla bir ilişkimin olduğunu sanıyorum. O vecd hâli dediğiniz şey insanlara ve hikâyelerine karşı merhamettendir. Şiirle ilişkimin bir yansıması olduğunu sanmıyorum.
“Şey ve Tan” isimli kitabınızda yer alan “Virgül” başlıklı yazınızda, “köyümdeki insanları anlayabilirsem cennetin üçüncü katında kök salmış muazzam ağaçların dallarında gülümseyen portakalları süsleyen hurileri de anlayabileceğim” diyorsunuz. Oysa bizlere hep öncelikle kendimizi anlamak salık verilmiyor mu?
O yazımın başlığı “Pi-s Sayısı: Sıfır Virgül Hiç.” Benim köyümün ismi “Tüm”dür. Bu sebeple ben “Tüm”den geldim ve tüm çabam “Tüm”e varmaya yöneliktir. Bu da yazar o denemede. Tümdengelim ve Tümevarım biliyorsunuz mantıkta ve dil felsefesinde önemli bir yer tutar. İnsanın vatanı atasının defnedildiği yerdir. Benim atalarımın mezarları o yörededir. İnsanoğlunun geçmişiyle yani atasıyla rabıta kurması çok önemlidir. Ömrüm boyunca bu rabıtayı koruyabilirsem, köyümdeki insanların kaygılarını anlayıp yorumlayabilirsem ne mutlu bana. Cenneti hak etmek herhalde bu olsa gerek.
Huri meselesine gelince, köyümdeki insanlar “Huri”yi onlara cennette lütfedilecek bir kadın olarak algıladıkları sürece, ben onları anlayamam. Metaforik olarak tek korkum bu.
Yine aynı kitabınızda “tufanın arındırıcılığı”ndan söz ediyorsunuz. Bir azap olarak bilinen tufanın nasıl bir arındırıcılığı olabilir?
O denemede, “Nuh Peygâmber’in, ‘tufan sona ermiş mi git bak’ diye gönderdiği karga yolda giderken bir dağın tepesinde bir leş görür, hemen yemeğe koyulur ve bu arada tekrar dönüp tufan hakkında haber vermeyi unutur. Sonra o karga ‘ayrılık kargası’ diye anılır. Sanırım o ayrılık kargası hâlâ o leşin başında ve bizler fırsattan istifade tufanın tadını bile çıkaramıyoruz, onun arındırıcılığından uzağız. Ey Nuh hâlâ bıraktığın gibiyiz! Birkaç çocuğundan türeyen soyun dışında bazısı da atasını geminde bulunan bir çift maymundan sanıyor. Ah ne garip! Belki de karganın yediği leş bir insana aittir! Kendimi, bu devirde yaşarken o dağın tepesinde bir leş gibi hissediyorum, bir karga birimizin üzerinde her birimizi tüketmeye çalışıyor ve az ilerdeki tufanın kudretinden ya da aksi istikametteki dinginliğin azametinden kopuk yaşıyoruz.” diye yazmıştım.
Tufanlar insanlığı kötülüklerden arındırır diye düşünüyorum. Gılgamış Destanı’nda da bu konu işlenir. Ancak günümüzde tufanın sona erip ermediğini bilmiyoruz ki yeniden başlayalım. Bu tufan her insanın içinde de kopabilir. Ancak postmodernleşen, küreselleşen dünyada insanın kendini ruhî olarak yenilemesine ve tüm örtüklüklerden arınmasına yer yok. Tufanı hissetmeden kötülüklerden kurtulamazsınız.
Her iki eserinizde sık sık şairlerden bahsediyorsunuz. Sizce şaire nasıl bir görev düşüyor ya da asıl sorumluluk sahibi o mu? Neden?

karekök hayat kapak
Dediğim gibi hakiki şairlerin özünde yüksek bir şuur ve hassasiyet ilişkisi gizlidir. Bundan ötürü şairlerin soysuzlaşmaması ve soysuzlaştırılamaması elzemdir. Her şeyin bittiği yerde iki şey ortaya çıkar: Şiir ve mizah. Parçalanmış nefsleri, zihinleri bunlar diker, tamir eder. Şair bir ruh ve şuur terzisidir. Pejmürdeleşmiş nefsleri ve parçalanmış şuurları tamir eder. Mizahla uğraşan kişiyse bu pejmürdeliğe isyan eder. Öyleyse oyumuzu daha çok şairden yana kullanmak gereklidir.

Felsefi savlarla örülü metinleriniz. Dolayısıyla gür bir ses bırakıyor zihnimizde. Bildiğimiz gerçekler ters yüz edilebiliyor. Sizce felsefenin yeri ne olmalı hayatımızda? Ondan daha çok geri durmakla hata mı ediyoruz?
Felsefe sadece tahsille öğrenilebilecek ya da insanlara aktarılabilecek bir şey değildir. Özünü yitirmemiş, aklının üstü örtülmemiş her insan bilgeliğin, hikmetin peşinden koşar, yani felsefeyi talep eder. Her insan ayrı birer hazinedir. Kendi hazinesinin farkında olan her kişi, bilinen ya da manipüle yoluyla aktarılan her gerçekliğe karşı temkinlidir. Dolayısıyla felsefeye uzak durmak; akla, hikmete uzak durmaktır. Bu uzaklık da insanların irade ipini başkalarının eline geçirir. İnsanlar iyiye değil kötüye neşeyle odaklanmaya, hem de o kötülüğü iyilik gibi algılamaya başlarlar. Bu da şeytanî bir oyuna maruz kalmaktır. Akletmekten uzak durana ne din, ne felsefe, ne hayat hiçbir şey söyleyemez.
Eğer hata ediyorsak neleri kaybediyoruz?
Neleri kaybettiğimizi bize hatırlatacak hafızamızı yitiriyoruz. Bu kayıp, insanı soysuzlaştırmaya yeter. Başka hataya gerek yoktur.
“İnsanlar tanışırlar, fakat birbirlerini tanımaları, birbirlerine dönüştüklerinde mümkün olur” diyorsunuz “Karekök Hayat”ta. Birbirimizi tanımanın başka bir yolu yok mu?
O yazıyı ve tüm kitabı “iki kere iki dört eder” mantığıyla okumamanızı salık veririm. O cümlenin arkasında müthiş bir insan hikâyesi var. O yazıda bu hikâye anlatılır. Dünyadaki her insan bir diğerinin de başından geçebilecek başka bir hikâyeyi yaşar kendince. Birbirimizi tanımak, birbirimize dönüşmekle mümkün olur. Yani yaşadıklarımızdan ders çıkarmak için, yaşayamadıklarımızı yaşayan insanları tanımak ve onlara ayna misali bakmak gereklidir. Yoksa kendimizi anlayamayız.
Her iki kitabınızda ama özellikle son kitabınızda epigraflar dikkat çekici. Bir ön hazırlık mı onlar yoksa derse başlarken hocanın düşünmeyi başlatmak için sorduğu sorular mı?
Aklın ve hakikatin yollarının kesiştiği noktalar. Aynalar. Dönüşmeler. Geçişler.
“Karekök Hayat”ı okuyan birçok insan, bu trajediler bizde değil, uzak topraklarda yaşandıkları için rahat bir nefes alıyor. Peki, bu trajedilerden gerçekten bizler uzak mıyız?

m-sabri-genc
O trajediler hepimizin trajedisi. Kitapta geçen bütün hikâyeleri okuyan kişi eğer “bunlar biz değiliz, ben de değilim” diyorsa, kitabı hiç anlamamış demektir. Ben bu kitabı insanların hâlihazırda var olan düşüncelerini ya da dogmalarını onaylamak için yazmadım. Kimse de bir kitabı okumaya başladığında kendi düşüncelerini ya da dogmalarını onaylatmak için okumasın. Böyle bir okuyucu okuyucu değildir, tüketicidir. Kitapta geçen hikâyelerin daha trajiklerini yaşıyor bu toplum. Dediğim gibi “iki kere iki dört eder” mantığıyla okumanızı değil, gerçekliğin arkasında gizli olan hakikatlere odaklanmanızı tavsiye ederim. Bu kitapta geçen hikâyelerin hepsi gerçek ve hakikattir.
“Sürünizm akımı”ndan biraz söz eder misiniz?
O benim bir dil oyunum. İronik bir adlandırma sadece.
Bir felsefeci olarak “Rab, insan, zaman” kavramlarını yorumlamanızı istesek neler söylersiniz?
Bunu yorumlayabilmek kolay değil. Bütün düşünce tarihi bu bahsettiğiniz kavramlar etrafında dönüp durmuştur. İnsan zaman hapishanesinin bir mahkûmudur. Âdem ile Havva’nın cennetten dünyaya sürülmesi meselesi boşuna değildir. Cennette zaman boyutu yoktur. Zaman biliyorsunuz tek boyutludur. Geçmişten geleceğe sürekli akar. Bu zaman hapishanesinden tahliye olmanın adı da ‘ölüm’dür. ‘Rabb’ bu zaman boyutunun şimdisinin hücresi olan ‘ân’da gizlidir. Sonsuzluk oradadır. Bu sonsuzluğa yani ‘Rabb’e ulaşmanın yolu çok çetin bir yoldur. Bu mertebeye ister ‘fenafillah’ deyin, isterseniz ‘nirvana’ deyin, her insan ulaşamaz. İnsanoğlunun, ilah tarafından ona üflenmiş ruhuyla buluşmasıdır. Ölmeden önce ölmek de bu olsa gerek. Rabb işte o ruhu gözetip, kollayandır. Şeytansa o ruhtan insanları uzaklaştırandır. İnsan geçmişi, hatırası, anısı olan bir varlıktır. Tüketim dünyasında hakiki hatıralara yer yoktur. Hatırası, hafızası olmayan insan artık insan değildir. Onun ne ‘Rabb’ ne de hakiki bir ‘Zaman’ algısı vardır. Çünkü kendinden bihaberdir.

Bir kavram daha öne çıkıyor: Gece. “Karekök Hayat”ın sahnelerinde oldukça önemli bir özellik olarak algıladım onu. Neler sağlıyor ya da neyi kolaylaştırıyor gece?
Küreselleşmeyle beraber gündüzlerin bir samimiyeti kalmadı. İnsanlar ışığını yitirmeye başladı. Artık gündüzleri insanları tanıyamıyorsunuz. Bir şehri de gündüz layıkıyla tanımak zorlaştı. Geceleyin maskeler düşüyor. Şehrin taktığı maske de düşüyor geceleyin. Gündüzleri herkes işinde gücünde rol kesiyor. Aynı insan, gündüz içine attığı samimiyeti ya da samimiyetsizliğinden ötürü ortaya çıkan utancı gece açığa çıkarıyor. Ya da gündüz rol kesmeyi reddedip gece daha samimi yaşıyor. Sayın İsmet Özel’in mesela bu hususta müthiş bir tespiti var: “Modern insan uyuyamıyor, uyuyamayan insanın da sabah namazının uykudan daha hayırlı olduğunu anlamasını bekleyemeyiz” diyor. Ben geceleyin kendisine örtü arayan ancak bulamayan insanlardan çok şey öğrendim. Küreselleşmeden, her şeyi tüketme çılgınlığından bıkmış ve kendi ruhuna bir örtü arayan kişilerdi bunlar. İnsanın bütün ruhsal ve nefsi devinimlerini gece tanıdım. En önemlisi de her şeye rağmen ümidin peşini bırakmamayı öğrendim ve bunu eserlerime yansıtmaya çalıştım.

Naime Erkovan konuştu